Şafak, Kumogakure’nin sınırlarında bir meltem gibi süzülüp gökyüzünü mor ve altın çizgilerle yararken, zamanın kendisi sanki bir an için duraksadı. Gökyüzü, kadim bir dokumacının elinden çıkan yırtılmış bir kumaşı andırıyordu; her çizik, geçmiş savaşların unutulmaz izlerini taşıyor, her renk, bir hikâyenin solgun yankısını fısıldıyordu. O sessizlik… Ruhumun derinliklerinde yankılanan, kadim bir şarkı gibiydi. Gökyüzü ise sırlarla bezeli bir tomar gibi önüme serilmişti; her bulut bir muamma, her muamma bir sınav gibiydi. Zaman, kendine bir döngü ararken ben, yalnızlıkla yoğrulan ama asla tamamlanmayan varlığımla, bir adım daha yaklaşmaya mecbur kalıyordum. Çünkü bu yol, yıldızların ötesinden gelen bir şarkı gibiydi; bana ait olmayan ama asla kopamayacağım bir melodiyi anımsatıyordu…
Daha sonra gözlerim, dağların sessiz ihtişamına takıldı. Her zirve, sonsuz bir bekleyişin gölgesinde, zamanın ötesinde varlık gösteren birer muhafız gibi, beni sorgulayan sessiz tanıklar misali duruyordu. Bulutlar ise gökyüzünün omzuna dökülen yalnız bir tül gibi süzülürken, üzerime ağır bir boşluk çökmesine sebep oluyordu. Pencerenin ardındaki dünya, efsanelerde anlatılan silik diyarlar kadar gerçekdışıydı; dokunmaya cesaret edemediğim, yalnızca seyre dalabildiğim bir hayal ülkesiydi sanki. O âlem, bana ait olmayan bir ritimde atıyordu, fakat yine de beni çağırıyordu; görünmez bağlarla içime işleyen bir çağrıydı bu. Camın soğuk yüzeyine dokunduğumda, ellerimden akan bir zaman nehri gibi, geçmiş ve gelecek aynı anda gözlerimin önünde eriyordu.
Birden kapıya vuran yankılı bir ses, içimdeki karanlığı titretti ve beni pencerenin ötesindeki o dünyadan çekip aldı. Bu benim için sıradan bir ses değildi; gece boyunca yankılanan ve ruhumun kıyılarına çarpan o huzursuz melodi, şimdi bir ferman gibi önümde yükselmişti. Bu bir çağrıyı andırıyordu, ama bir davetiye değil; daha çok, kaçınılmaz bir yazgının sessiz mühürlenişiydi.
Kapıyı açmamla birlikte, gözlerimin önünde şekillenen figür, sessiz bir fermanın taşıyıcısıydı. Onun varlığı, sanki gökyüzünün kalbinden kopup gelen bir gölge gibi, kadim ve sarsılmaz bir ağırlık taşıyordu. En yüksek mertebeye sahip Shinobi’nin iradesi, onun adımlarında yankılanıyordu. Getirdiği mesaj, dün gece zihnimin derinliklerine işlenmiş bir mühür gibi, çoktan bana ulaşmıştı. Sözleri değil, varlığı konuşuyordu; bir sonun başlangıcını müjdeleyen sessiz bir yankı gibi.
Başımı hafifçe eğip onu uğurlarken, arkamda kalan boşluk bir an için derin bir nefes aldı. O boşluk, bana ait olmayan ama beni çevreleyen bir tür sessizlikle doldu. Pelerini omuzlarıma alıp bağlarken, dünyanın soğuk nefesi, camın ince yüzeyinde yankılanıyordu.
Bir an için durdum, o ince camın ardında duran dünyanın yansımasını izledim. Gökyüzünün karanlık tonları, yükselen bir güneşin altınsı ışığıyla savaş halindeydi. Her bulut, o ânı uzatmaya çalışan bir bekçi gibi duruyordu. Ama zaman, durmayı bilmeyen bir nehir misali, beni dışarı çağırıyordu. Parmaklarımı camın üzerinde gezdirdim; dünyanın nabzı, o ince parça aracılığıyla ruhuma ulaşıyordu. Ve o anda anladım: Bu cam, yalnızca bir sınır değil, aynı zamanda beni çağıran kaderin ince fısıltısıydı.
Son bir kez, o sınırın ardındaki diyarı izledim. Ardından, derin bir nefes alıp, yavaş ama kararlı bir adımla o dünyaya doğru ilerledim. Çünkü çağrı, ertelenemez bir yazgıydı.
Kumogakure’nin taş döşeli sokaklarında yürürken, ayaklarımın altında yankılanan her adım, köyün kalbinin attığı ritmi kulağıma fısıldıyordu. Bu yollar, bir zamanlar sessizlik ve boşlukla örülü çocukluğumun tanığıydı. O günlerin ruhsuz ve unutulmuş köşeleri, şimdi kahkahaların yankılandığı, çeliğin keskin melodileriyle dolup taşan bir sahneye dönüşmüştü. Ancak bu cıvıltılı yaşamın ortasında, benim adımlarım hep bir fısıltı, gölgelerin sessiz yankısıydı.
Her görkemli yapının ardında, yalnızca gözlerin görebildiği değil, ruhların taşıdığı hikâyeler saklıydı. Parlak cephenin arkasında, köyün gizli damarlarından yükselen karanlık bir melodi vardı - yalnızca benim kulaklarımın duyabildiği bir sır. Burada her taş, geçmişin unutulmuş ağırlığını taşıyor; her köşe, anlatılmamış masalların gölgesinde bekliyordu.
Bu taş yollar, yalnızca ayaklarımı değil, ruhumu da bir zamanlar yürüdüğüm sessiz sokaklardan bugünün karmaşasına taşıyan bir köprüydü. Ve her adımda, bu köyün yüzünde parlayan yaşam kadar derinlerde saklanan karanlık hikâyeler de bana ait bir yankı gibiydi - onlar kadar eski, onlar kadar kalıcı.
Raikage’nin kulesi, gökyüzünü yaran bir anıt gibi yükseliyordu; sanki yalnızca bulutlara değil, yıldırımların bile iradesine hükmetmişti. Bu yapı, sadece taş ve çelikten değil, gücün ve kararlılığın somutlaşmış hâlinden inşa edilmişti. İçeri adım attığım an, dış dünyanın tüm uğultusu ardımda silikleşti ve yerini sessiz, ama ezici bir ağırlığa bıraktı. Burası, kaderlerin şekillendiği, kararların keskin birer kılıç gibi dövüldüğü bir mabediydi.
Raikage'nin sesi, kulenin derinliklerinden bir yankı gibi yükseldi. Sözlerinde bir melodramın karmaşası değil, dağları aşacak kadar sarsılmaz bir çelik irade vardı. Bu ses, çağrısının ardında itiraz kabul etmeyen bir kesinlikle beni kendine çekti. Her adımım, bu ağır atmosferin içinde yankılanırken, kulenin taş duvarlarına kazınmış gizli bir fısıltıyı okuyormuşum gibi hissettim - güç ve sorumluluğun, ışık ve gölgenin ebedi dansını.
Ufak bir kafa hareketi ile onu selamladıktan sonra buyurduğu gibi oturdum.
Masasının üzerinde serilen harita, yalnızca toprağın sınırlarını değil, aynı zamanda omuzlarıma çöken görünmez bir yükü resmediyordu. Her işaret, her çizgi, yalnızca bir bölgeyi değil, üstlenmem gereken sorumlulukların haritasını da çiziyordu. Yuura’nın titizlikle seçilmiş kelimeleri, bir hançer gibi ruhuma işliyordu: düşmanın ezici gücü, tehlikenin keskin uçları ve prototipin taşıdığı ağırlık. Ancak, hepsinden daha ağır olan, görevdeki zorluk ya da üzerime binen yük değil, yanımda olacak kişinin adıydı: Bumble Bee.
Raikage Yuura’nın dudaklarında beliren alaycı kıvrımı görmezden gelmek için kendimi zorladım. Ama kapının ardında patlayan o derin, yankılı ses, tüm odanın havasını tek bir darbeyle değiştirdi. Bumble Bee içeri girdiğinde, onun sergilediği rahat tavır ve sarsılmaz güven, odanın kasvetiyle keskin bir zıtlık oluşturdu. Omuzlarından yayılan gevşek özgüven, garip bir şekilde huzursuz edici ama bir o kadar da tanıdık olmayan bir melodiydi.
Sesi odayı doldururken, kelimeleri sanki bir ritim bulmuş, havada yankılanan bir ezgiye dönüşmüştü. Konuşmasındaki o neşeli pervasızlık, kökleri derinlere saplanmış bir ağacın gövdesinden yayılan çatlak bir fısıltı gibiydi - bir yandan sakinleştirici, diğer yandan derin ve çözülmesi güç. Onun varlığı, odanın havasını yeniden şekillendiren bir rüzgârdı; tıpkı fırtınadan önceki o sakinlik gibi, hem güven verici hem de fırtınanın getireceği karmaşayı haber eden cinsten.
Onu izlerken bir anda yanıma sokulup hiç beklemediğim bir soru sorduğunda, içimdeki karanlığın katmanlarını yarıp geçen ince bir ışık huzmesi hissettim. Sözleri o kadar beklenmedikti ki, bu basit sorunun bir şakanın ürünü mü yoksa derin bir samimiyetin yansıması mı olduğunu bir an çözemedim.
Ama o cümlenin ardında, kaotik bir dünyanın tam ortasında parlayan küçük bir gerçeklik buldum. Hayat, kayıplar ve savaşlarla dolup taşan bir girdap gibi çevremi kuşatırken, onun sorduğu bu sıradan soru, bir elin uzaklardan uzanışı gibiydi. Belki de en zor olan, tüm bu kaosun ortasında, birinin sana bu kadar yalın ve insanca dokunabilmesiydi.
"Eğer dinlemediğimi söylersem, kötü müzik zevkim yüzünden beni bu görevde yalnız bırakır mıydın?" dedim, kelimelerim bir gülümsemenin kıyısında dans ederken, sesimde hafif bir alayın yankısı vardı.
Sonra, ağır hareketlerle doğruldum, son bir kez haritaya göz gezdirir gibi yaptım - ki iki gözüm de göz bandının karanlığında saklıyken, bu hareket izleyenler için saçma bir mizansen olabilirdi. Raikage’ye doğru döndüğümde, kelimelerim odanın sıcak atmosferine birer soğuk damla gibi düştü: “Bizi orada karşılayacak bir gölgemiz var mı?” dedim, sözlerim bir pusulanın çeliği kadar net ama bir fırtına bulutunun gizemi kadar belirsizdi. “Eğer varsa, birbirimizi nasıl tanıyacağız? Yoksa kader, kendi işaretlerini mi sunacak bize?”