Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Kumogakure'nin üzerinde şafak vakti gökyüzü kalın bulutlarla örtülü, ilk ışık kırılmaya çabalarken soluk mor izlerle çizgili. Mütevazı evinde oturmuş, köyü çevreleyen yüksek tepeleri seyrediyorsun. Camın ötesindeki dünya uzak geliyor, seni şekillendiren dünyanın sessiz bir yankısı. Fısıldayan rüzgarlar, aşağıdaki hareketli köyün hafif uğultusunu taşıyor; kesişen hayatların ahengi, hepsi de seninkinden çok farklı.

Kapının keskin bir şekilde çalınması seni düşüncelerinden uzaklaştırıyor. Oturduğun yerden kalkarak yaklaşıyorsun, başka bir günün görevinin ağırlığı omuzlarına çökmüş bile. Kapıyı açtığında, Kumogakureli bir shinobi karşında duruyor, ifadesi resmi ama saygılı. Konuşmadan önce hafifçe eğiliyor.

"Mugen Okami, Raikage hazır bulunmanızı rica ediyor. Görevin ayrıntılarını görüşmek üzere sizi ofisinde bekliyor."
Tek kelime etmeden başınızı sallıyorsun, beklentinin ağırlığı tanıdık geliyor. Görev bir gece önce verilmişti ve önemi Raikage'nin sözlerindeki ciddiyetle aktarılmıştı. Yine de bu çağrı daha derin bir şeyden, görmezden gelemeyeceğin bir aciliyetten bahsediyor. Haberciye kısa bir baş selamıyla teşekkür ederek pelerinini topluyor ve sabahın serin havasına çıkıyorsun.

Kumogakure'nin sokakları önünde toprağın damarları gibi uzanıyor ve hayatla dolup taşıyor. Çocukluğunun boş koridorlarının aksine, köy şimdi başarı ve refahın canlılığıyla büyüyor. Cilalı taş ve parıldayan metalden yapılmış süslü yapılar üzerinde yükseliyor, yüzeyleri Yıldırım Ülkesi'nin gücünün sembolleriyle kazınmış. Pazar tezgahları rengarenk ürünlerle dolup taşıyor ve kahkahalar uzaktaki demirhanelerden gelen çekiçlerin ritmik çınlamalarına karışıyor.

Gölgelerde geçen yılların getirdiği bir rahatlıkla kalabalığın arasından geçerek bir amaç uğruna yürüyorsun. Raikage'nin kulesi görünene kadar tanıdık işaretler yoluna rehberlik ediyor. Yüksek yapı, Kumogakure'nin mirasına ilham veren şimşeği yansıtan spiral tasarımıyla bir güç ve zarafet şaheseri. İçeri adım attığında, köyün gürültüsü sessiz bir saygıya dönüşüyor, hava daha serin ve bir amaç için ağırlaşıyor.

Raikage Yuura'nın ofisinin kapısı aralık duruyor ve keskin, emredici sesi seni içeri çağırıyor. "İçeri gel, Okami."

İçeri girdiğinde onu geniş masasında otururken buluyorsun, platin saçları uzun pencerelerden süzülen ışığı yakalıyor. Yemyeşil gözleri seninkilerle buluşuyor, tanıdık yoğunluğu hafif bir tebessümle yumuşatılmış. Raikage Yuura güç ve cana yakınlığı her zaman saygı uyandıran bir hassasiyetle dengeler.

"Günaydın." diyor ve oturmanı işaret ediyor. "Görevin hakkında konuşalım."

Lafı uzatmadan öne doğru eğiliyor ve masanın üzerine Yıldırım Diyarı'nın bir haritasını yayıyor. "Temel bilgiler hakkında zaten bilgilendirildin. Haydut grubun ileri karakolu burada." diyor ve Buz Diyarı'nın sınırına yakın dağlık bir bölgeyi işaret ediyor. "Prototipleri tehlikeli - büyük ölçekte çakrayı bastırma ve hortumlama yeteneğine sahip gelişmiş bir mühürleme mekanizması. Konuşlandırılırsa, bölgeyi istikrarsızlaştırabilir ve Kumogakure'nin operasyonlarını tehdit edebilir."

Sesi daha da keskinleşiyor, bakışları sabitleşiyor. "İlk önceliğiniz karakola sızmak ve bu prototipin varlığını doğrulamak. Toplayabildiğiniz kadar bilgi toplayın - taslaklar, araştırma notları, nasıl çalıştığını anlatan her şey. Sonra da sabote edin. Mümkünse tamamen yok edin."

Duraklıyor ve sözlerinin ciddiyetinin anlaşılmasına izin veriyor. "Ama dikkatli olun. Arazi acımasız ve düşman grup iyi eğitimli. Güvenlikleri şaka değil. Bu görev hassasiyet ve gizlilik gerektiriyor. Büyük çaplı çatışmalar son çare olmalı."

Hafifçe arkasına yaslanan Yuura alaycı bir gülümseme sunuyor. "Bu görevde bir ortağın olacak. Bumble Bee." Sen cevap vermeden önce bir elini kaldırıyor, sesi artık şakacı. "Ve evet, ne düşündüğünü biliyorum. Bunun için üzgünüm Okami, gerçekten."

Sen daha onun sözlerini düşünemeden kapı gıcırdayarak açılıyor ve uzun boylu, kaslı bir figür içeri giriyor. Bumble Bee sakin, ölçülü bir güvenle hareket ediyor, kendine özgü pelerini öne doğru adım atarken hafifçe dalgalanıyor. Yuura'yı gördüğünde her zamanki sırıtışı genişliyor ve bir yumruk kaldırıyor.

"Kardo." diyor, Yuura ile yumruklaşırken sesi yumuşak ve rahat.

Sana döndüğünde sırıtışı bir şekilde daha da büyüyor. "Sen Okami olmalısın." diyor, ses tonu rahat. "Sana önemli bir şey soracağım."

Biraz daha yaklaşıyor. "Rap dinliyon mu kanka?"
Off Topic
RP'ye hoş geldiniz. Pasiflik süresi üç gündür. İyi RP'ler.
Kumogakure
Kumogakure
Joined: Sun Dec 01, 2024 11:33 am
Rütbe:  
  Image
Şafak, Kumogakure’nin sınırlarında bir meltem gibi süzülüp gökyüzünü mor ve altın çizgilerle yararken, zamanın kendisi sanki bir an için duraksadı. Gökyüzü, kadim bir dokumacının elinden çıkan yırtılmış bir kumaşı andırıyordu; her çizik, geçmiş savaşların unutulmaz izlerini taşıyor, her renk, bir hikâyenin solgun yankısını fısıldıyordu. O sessizlik… Ruhumun derinliklerinde yankılanan, kadim bir şarkı gibiydi. Gökyüzü ise sırlarla bezeli bir tomar gibi önüme serilmişti; her bulut bir muamma, her muamma bir sınav gibiydi. Zaman, kendine bir döngü ararken ben, yalnızlıkla yoğrulan ama asla tamamlanmayan varlığımla, bir adım daha yaklaşmaya mecbur kalıyordum. Çünkü bu yol, yıldızların ötesinden gelen bir şarkı gibiydi; bana ait olmayan ama asla kopamayacağım bir melodiyi anımsatıyordu…

Daha sonra gözlerim, dağların sessiz ihtişamına takıldı. Her zirve, sonsuz bir bekleyişin gölgesinde, zamanın ötesinde varlık gösteren birer muhafız gibi, beni sorgulayan sessiz tanıklar misali duruyordu. Bulutlar ise gökyüzünün omzuna dökülen yalnız bir tül gibi süzülürken, üzerime ağır bir boşluk çökmesine sebep oluyordu. Pencerenin ardındaki dünya, efsanelerde anlatılan silik diyarlar kadar gerçekdışıydı; dokunmaya cesaret edemediğim, yalnızca seyre dalabildiğim bir hayal ülkesiydi sanki. O âlem, bana ait olmayan bir ritimde atıyordu, fakat yine de beni çağırıyordu; görünmez bağlarla içime işleyen bir çağrıydı bu. Camın soğuk yüzeyine dokunduğumda, ellerimden akan bir zaman nehri gibi, geçmiş ve gelecek aynı anda gözlerimin önünde eriyordu.

Birden kapıya vuran yankılı bir ses, içimdeki karanlığı titretti ve beni pencerenin ötesindeki o dünyadan çekip aldı. Bu benim için sıradan bir ses değildi; gece boyunca yankılanan ve ruhumun kıyılarına çarpan o huzursuz melodi, şimdi bir ferman gibi önümde yükselmişti. Bu bir çağrıyı andırıyordu, ama bir davetiye değil; daha çok, kaçınılmaz bir yazgının sessiz mühürlenişiydi.

Kapıyı açmamla birlikte, gözlerimin önünde şekillenen figür, sessiz bir fermanın taşıyıcısıydı. Onun varlığı, sanki gökyüzünün kalbinden kopup gelen bir gölge gibi, kadim ve sarsılmaz bir ağırlık taşıyordu. En yüksek mertebeye sahip Shinobi’nin iradesi, onun adımlarında yankılanıyordu. Getirdiği mesaj, dün gece zihnimin derinliklerine işlenmiş bir mühür gibi, çoktan bana ulaşmıştı. Sözleri değil, varlığı konuşuyordu; bir sonun başlangıcını müjdeleyen sessiz bir yankı gibi.

Başımı hafifçe eğip onu uğurlarken, arkamda kalan boşluk bir an için derin bir nefes aldı. O boşluk, bana ait olmayan ama beni çevreleyen bir tür sessizlikle doldu. Pelerini omuzlarıma alıp bağlarken, dünyanın soğuk nefesi, camın ince yüzeyinde yankılanıyordu.

Bir an için durdum, o ince camın ardında duran dünyanın yansımasını izledim. Gökyüzünün karanlık tonları, yükselen bir güneşin altınsı ışığıyla savaş halindeydi. Her bulut, o ânı uzatmaya çalışan bir bekçi gibi duruyordu. Ama zaman, durmayı bilmeyen bir nehir misali, beni dışarı çağırıyordu. Parmaklarımı camın üzerinde gezdirdim; dünyanın nabzı, o ince parça aracılığıyla ruhuma ulaşıyordu. Ve o anda anladım: Bu cam, yalnızca bir sınır değil, aynı zamanda beni çağıran kaderin ince fısıltısıydı.

Son bir kez, o sınırın ardındaki diyarı izledim. Ardından, derin bir nefes alıp, yavaş ama kararlı bir adımla o dünyaya doğru ilerledim. Çünkü çağrı, ertelenemez bir yazgıydı.

Kumogakure’nin taş döşeli sokaklarında yürürken, ayaklarımın altında yankılanan her adım, köyün kalbinin attığı ritmi kulağıma fısıldıyordu. Bu yollar, bir zamanlar sessizlik ve boşlukla örülü çocukluğumun tanığıydı. O günlerin ruhsuz ve unutulmuş köşeleri, şimdi kahkahaların yankılandığı, çeliğin keskin melodileriyle dolup taşan bir sahneye dönüşmüştü. Ancak bu cıvıltılı yaşamın ortasında, benim adımlarım hep bir fısıltı, gölgelerin sessiz yankısıydı.

Her görkemli yapının ardında, yalnızca gözlerin görebildiği değil, ruhların taşıdığı hikâyeler saklıydı. Parlak cephenin arkasında, köyün gizli damarlarından yükselen karanlık bir melodi vardı - yalnızca benim kulaklarımın duyabildiği bir sır. Burada her taş, geçmişin unutulmuş ağırlığını taşıyor; her köşe, anlatılmamış masalların gölgesinde bekliyordu.

Bu taş yollar, yalnızca ayaklarımı değil, ruhumu da bir zamanlar yürüdüğüm sessiz sokaklardan bugünün karmaşasına taşıyan bir köprüydü. Ve her adımda, bu köyün yüzünde parlayan yaşam kadar derinlerde saklanan karanlık hikâyeler de bana ait bir yankı gibiydi - onlar kadar eski, onlar kadar kalıcı.

Raikage’nin kulesi, gökyüzünü yaran bir anıt gibi yükseliyordu; sanki yalnızca bulutlara değil, yıldırımların bile iradesine hükmetmişti. Bu yapı, sadece taş ve çelikten değil, gücün ve kararlılığın somutlaşmış hâlinden inşa edilmişti. İçeri adım attığım an, dış dünyanın tüm uğultusu ardımda silikleşti ve yerini sessiz, ama ezici bir ağırlığa bıraktı. Burası, kaderlerin şekillendiği, kararların keskin birer kılıç gibi dövüldüğü bir mabediydi.

Raikage'nin sesi, kulenin derinliklerinden bir yankı gibi yükseldi. Sözlerinde bir melodramın karmaşası değil, dağları aşacak kadar sarsılmaz bir çelik irade vardı. Bu ses, çağrısının ardında itiraz kabul etmeyen bir kesinlikle beni kendine çekti. Her adımım, bu ağır atmosferin içinde yankılanırken, kulenin taş duvarlarına kazınmış gizli bir fısıltıyı okuyormuşum gibi hissettim - güç ve sorumluluğun, ışık ve gölgenin ebedi dansını.

Ufak bir kafa hareketi ile onu selamladıktan sonra buyurduğu gibi oturdum.

Masasının üzerinde serilen harita, yalnızca toprağın sınırlarını değil, aynı zamanda omuzlarıma çöken görünmez bir yükü resmediyordu. Her işaret, her çizgi, yalnızca bir bölgeyi değil, üstlenmem gereken sorumlulukların haritasını da çiziyordu. Yuura’nın titizlikle seçilmiş kelimeleri, bir hançer gibi ruhuma işliyordu: düşmanın ezici gücü, tehlikenin keskin uçları ve prototipin taşıdığı ağırlık. Ancak, hepsinden daha ağır olan, görevdeki zorluk ya da üzerime binen yük değil, yanımda olacak kişinin adıydı: Bumble Bee.

Raikage Yuura’nın dudaklarında beliren alaycı kıvrımı görmezden gelmek için kendimi zorladım. Ama kapının ardında patlayan o derin, yankılı ses, tüm odanın havasını tek bir darbeyle değiştirdi. Bumble Bee içeri girdiğinde, onun sergilediği rahat tavır ve sarsılmaz güven, odanın kasvetiyle keskin bir zıtlık oluşturdu. Omuzlarından yayılan gevşek özgüven, garip bir şekilde huzursuz edici ama bir o kadar da tanıdık olmayan bir melodiydi.

Sesi odayı doldururken, kelimeleri sanki bir ritim bulmuş, havada yankılanan bir ezgiye dönüşmüştü. Konuşmasındaki o neşeli pervasızlık, kökleri derinlere saplanmış bir ağacın gövdesinden yayılan çatlak bir fısıltı gibiydi - bir yandan sakinleştirici, diğer yandan derin ve çözülmesi güç. Onun varlığı, odanın havasını yeniden şekillendiren bir rüzgârdı; tıpkı fırtınadan önceki o sakinlik gibi, hem güven verici hem de fırtınanın getireceği karmaşayı haber eden cinsten.

Onu izlerken bir anda yanıma sokulup hiç beklemediğim bir soru sorduğunda, içimdeki karanlığın katmanlarını yarıp geçen ince bir ışık huzmesi hissettim. Sözleri o kadar beklenmedikti ki, bu basit sorunun bir şakanın ürünü mü yoksa derin bir samimiyetin yansıması mı olduğunu bir an çözemedim.

Ama o cümlenin ardında, kaotik bir dünyanın tam ortasında parlayan küçük bir gerçeklik buldum. Hayat, kayıplar ve savaşlarla dolup taşan bir girdap gibi çevremi kuşatırken, onun sorduğu bu sıradan soru, bir elin uzaklardan uzanışı gibiydi. Belki de en zor olan, tüm bu kaosun ortasında, birinin sana bu kadar yalın ve insanca dokunabilmesiydi.

"Eğer dinlemediğimi söylersem, kötü müzik zevkim yüzünden beni bu görevde yalnız bırakır mıydın?" dedim, kelimelerim bir gülümsemenin kıyısında dans ederken, sesimde hafif bir alayın yankısı vardı.

Sonra, ağır hareketlerle doğruldum, son bir kez haritaya göz gezdirir gibi yaptım - ki iki gözüm de göz bandının karanlığında saklıyken, bu hareket izleyenler için saçma bir mizansen olabilirdi. Raikage’ye doğru döndüğümde, kelimelerim odanın sıcak atmosferine birer soğuk damla gibi düştü: “Bizi orada karşılayacak bir gölgemiz var mı?” dedim, sözlerim bir pusulanın çeliği kadar net ama bir fırtına bulutunun gizemi kadar belirsizdi. “Eğer varsa, birbirimizi nasıl tanıyacağız? Yoksa kader, kendi işaretlerini mi sunacak bize?”

► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Yuura’nın odasında, senin yanıtının ardından Bumble Bee’nin yüzünde belirgin bir gülümseme kıvrılıyor. Ardından aniden keskin bir çığlık atıyor, sanki gökyüzünün ağır sessizliğini parçalarcasına. Başını yukarı kaldırıp tavana doğru bakıyor ve hiç beklemediğin bir anda kendi ritmini tutturuyor. Sesi, odanın taş duvarlarında yankılanan sert bir ritimle buluşurken, kelimeleri bir nevi meydan okuma gibi dökülüyor.

"Kar beyazı dağlara gidiyoruz kör kankamla,
Değil gibi zampara ama çıkaracak kargaşa!
Kar gibi bembeyaz, baksana şu saçlara,
Kumolu adam dediğinin işi olmaz gavatla!"


İkinci dörtlüğe geçerken ellerini, sanki görünmez bir kitleye hitap ediyormuşçasına, havada döndürerek devam ediyor.

"Kumogakure gücün beşiği, fırtına kopar bak,
Prototipler yok olacak bro biz evlerden ırak!
Bumble Bee ve Okami, sanki bitter ve beyaz,
Bulutların arasından çıkar koca y-"


Rap biterken Yuura’nın sesi, keskin bir bıçak gibi araya giriyor. "Tamam Bee, yeterli." Atmosfer, Bumble Bee’nin ani performansından sonra yeniden ciddiyetine dönüyor. Yuura, haritanın üzerinde hala duran parmağını kaldırıp sana dönüyor. Sözlerindeki titizlik, taş duvarların arasından süzülen o serin rüzgârla karışıyor.

"İyi ki sordun, bölgede konuşlanmış ufak birliklerimiz var. Bumble Bee’de de onların sizi izlemesini sağlayacak bir mühür bulunuyor. Eğer iş kontrolden çıkarsa, yardıma gelebilirler. Bu, operasyonun gizliliğini bozmak istemediğimiz için bir son çare, ama en azından yalnız değilsiniz. Eğer başka sorunuz yoksa çıkabilirsiniz."

Yuura, sakin bir el hareketiyle kapıyı işaret ediyor. Artık buradaki işinin tamamlanmış olduğu söylenebilir. Dışarı adım attığında, kuledeki sessizlik yerini Kumogakure’nin rutin uğultusuna bırakıyor. Bumble Bee seninle birlikte yürümeye başlıyor, sana göre çok daha rahat ve oynak bir yürüyüşü var.

Birkaç adım attıktan sonra Bumble Bee sessizliği bozuyor, sesi önceki neşesine göre daha kontrollü, ancak hala rahat. "Oradaki dağlık bölgeyi biliyorsun kanka." diyor. "Buz Diyarı’nın sınırına yakın, taşların keskin, patikaların sinsi olduğu bir bölge. İlk önce karakola yaklaşırken, gözetleme noktalarını atlatmamız gerekecek. Düşman, arazinin avantajını kendi lehine kullanıyor. Ama bil ki orada Shimogakure falan yok kanka, sen de duymuş olabilirsin bu söylentileri, ancak bu operasyon tamamen o haydut grubun ileri karakolu ve onların sinsi prototipleriyle ilgili. Bizimkiler, yani seninle beni uzaktan izleyen o ufak birlikler çok fazla göz önüne çıkmayacaklar. Ancak bir tuzağa düşer ya da prototipe ulaşırken sıkışırsak, mühür devreye girecek ve yardımımız oradan akacak. Sanki şelaaaaale."

Yürürken yerlerdeki ıslak taşlar, günün ilk ışıklarını kırık ayna parçaları gibi yansıtıyor. Pazar yerinin gerisinden hala tok ve derin bir uğultu geliyor; sanki farklı hayatlar, farklı kaderler, günün geri kalanını dokuyor. Bumble Bee, hafifçe duraksayıp yeniden sana dönüyor. Sesi bu kez daha ciddi, ama yine de samimiyetini kaybetmiyor.

"Şimdi, beraber çalışacağız ya hani." diyor. "Yanımda olacak kişinin ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmek isterim. Beni az önce gördün, duydun, belki sevmedin belki güldün, hiç fark etmez. Ama ben kiminle omuz omuza gireceğimi bilmeliyim. Hadi, kendini tanıt bana. Bu gizemli sessizliği biraz çözelim."
Kumogakure
Kumogakure
Joined: Sun Dec 01, 2024 11:33 am
Rütbe:  
  Image
► Show Spoiler
Yuura’nın odası, taş duvarların arasında sıkışmış bir dünyanın nabzı gibi atıyordu; her şey sessiz, her şey soğuk ve keskin bir düzende ilerliyordu. Bu düzenin ortasında Bumble Bee’nin yüzündeki kıvrımlı gülümseme, sislerin arasından yükselen bir ay ışığı gibiydi; kendi ritmini ilan eden bir isyanın habercisi.

O an, Bee’nin haykırışı göğü yırtan bir yıldırım gibi odanın ağır sessizliğini delip geçti. Sesi, taştan bir yankının içine hapsolmuş bir nehir gibi köpürüyor, kendi yolu olmayan bir akıntıyla savruluyordu. Kelimeler döküldü dudaklarından, hem hafif hem ağır, hem anlamsız hem meydan okuyucu. Dağlardan, kar beyazı zirvelerden, fırtınanın ana kucağından bahsederken, elleri havada görünmez bir kalabalığa hitap eden bir ozan gibi hareket ediyordu. Ama benim gözümde, bu sadece taşkın bir ırmağın sahte coşkusu, bir anda kuruyacak bir şelaleden farksızdı.

“Ne yapmaya çalışıyorsun, Bee?” diye düşündüm içimden. Kelimelerin yankısı, duvarların arasında birer gölge gibi dolanırken, onun şarkısına karışan kendi sessiz alayımda kayboluyordum. Bu taş odanın zamansızlığı, onun geçici heveslerini kolayca yutacaktı; bunu biliyordum.

Ve tam o sırada Yuura’nın sesi, bir kılıç gibi havayı yararak her şeyi susturdu. Bee’nin taşkın enerjisini bir avuçta tutan bir güçle konuştu; sözleri net, planlı ve kesindi. Bahsettiği mühürlerden, birliklerin gölgelerde bekleyişinden ve sessizliğin ardına gizlenmiş o planlardan her kelime, bir komut gibi dökülüyordu. Yuura’nın parmağı haritanın üstünde ilerlerken, gözleri sanki bir savaşın tamamlanmış sonunu görüyormuş gibiydi. O konuşurken, benim içimde bir serinlik büyüdü; planların ağırlığını, sözcüklerin sessiz tehditlerini hissettim. Bu odada hiçbir şey, göründüğü kadar basit değildi. Öte yandan söylediklerinin özü açıktı. Yalnızdık. Yardım ancak bir lütuf olarak gelecekti, bir kesinlik olarak değil. Bu, bize sunulan bir güvenlik hissinden ziyade, belki de umudun son kırıntısıydı.

Odadan çıktığımızda, kuledeki taş sessizlik yerini Kumogakure’nin boğuk uğultusuna bıraktı. Şehir, bir devin uykusundaki fısıltılar gibi canlıydı, ama bir o kadar da ağır bir gölgeyle örtülüydü. Bumble Bee yanımda yürüyordu, onun gevşek ve rahat adımları, benim dikkatle ölçtüğüm her adıma karşı bir zıtlık oluşturuyordu. Bir an için, bu adamın maskesinin ardında ne sakladığını düşündüm. Yüzünde taşıdığı o daimi gülümseme, bir savunma mıydı, yoksa bir meydan okuma mıydı? Bir cevap bulamadım.

Onun konuşmaya başlaması an meselesiydi ve yanılmadım. Yürüyüşümüzün sessizliğini o bozdu. Bahsettiği şeyler, kar beyazı dağların ve buz vadilerinin arasında dolaşıyor, sözleri soğuk rüzgarın taşlara çarpışı gibi keskin ve dağınık yankılanıyordu. Düşmanların arazinin her bir keskin köşesini kendi avantajlarına nasıl çevirdiğini anlatırken, Bee’nin sesi bir an için ciddiyetin sınırlarında dolaştı. Ama yine de onun bu neşeli dışavurumları, benim için yalnızca bir yankıydı; karanlığın içinde bir ışık arayan ama bulamayan bir adamın yankısı.

Sonra, konuşmasını bana çevirdi. Sesinde daha samimi bir tını vardı; ama bu samimiyetin ardında bir sorgulama yatıyordu. Yan yana yürüdüğü kişinin kim olduğunu bilmek istediğini söyledi. Bu, basit bir merak değildi - bu, savaşın ağırlığını sırtlayacak bir omuzun ne kadar güvenilir olduğunu ölçmekti. Ama benim hikâyem, bu taş sokakların dar köşelerine sığmayacak kadar büyüktü. Birkaç kelimeyle anlatılamayacak kadar karmaşıktı.

Sessizliğimi korurken, gözlerim yerdeki taşların arasında kırılmış bir aynadan yansıyan sabah ışıklarına kaydı. Kumogakure’nin boğuk uğultusu, bir dokuma tezgahında işlenen kaderler gibi iç içe geçiyordu. Bumble Bee’nin sesindeki o oynak tını, bir şelalenin dibindeki çakıl taşları kadar geçiciydi; ama ben, içimde sessiz bir nehir gibi akmaya devam eden karanlık düşüncelerime dönmüştüm.

Onun sorularına hemen yanıt vermedim, çünkü bazı hikâyeler, sessizliği bir maske gibi taşırdı. Ve o sessizlik, kelimelerin anlatamadığı her şeyi zaten dile getirirdi.

O yüzden hikayeme dair sorduğu sorular güneş ışınlarının altında eriyen bir kar birikintisi gibi yitip gitti zihnimde. Geriye sadece bana güvenip güvenemeyeceğine dair o merakı kaldı.

Bu yüzden sözlerimde o doğrultuda şekillendi zihnimde, ağzımdan akıp gitmeden hemen önce.

"Eğer bu görevi beraber yürüteceksek, önce birbirimize dürüst olmamız gerek. Hikayem... senin için bir taş kadar anlamsız, bir gölge kadar silik. Asıl merak ettiğin, adımlarını benim izlerime emanet edip edemeyeceğin."

Ben konuşurken, sanki her kelime havada yankılanan bir davul sesi gibi, sessizliğin içine işliyordu. Alaycı bir kıvrım belirdi dudaklarımda, kelimelerimin ağırlığını taşımaya hazır. "Genelde yalnız yürümeyi tercih ederim. Yolun her virajını, her düşmanını tek başıma göğüslemek benim için bir alışkanlıktır. Ama bazen, yukarıda oturanların iradesi farklı yönlerde eser ve bu gibi zamanlarda, tek yaptığım şey yanımdaki Kumogakure Shinobisi'ne sorgusuz sualsiz sırtımı yaslamaktır. İsmi, kim olduğu ya da geçmişi… hiçbiri önemli değil. O alın bandını taşıması yeter. O bandın, sadakatin simgesi olduğunu bilirim."

Bir an durdum, kelimelerim içinde saklı gerçeği tartarken. Ardından adımlarımı yavaşlatıp bakışlarımı ufka çevirdim. Gözlerim, karanlıkta bile görebilecek bir keskinlik taşıyordu. "Ama bana güvenebilirsin," dedim, sesim bir dağın yankısını andırıyordu, sarsılmaz ve derin. "Sırtın bana emanet. Ve madem sordun, neden bu göreve benim seçildiğimi söyleyeyim."

Sözlerim bir yük gibi ağırdı, ama bu ağırlığı taşımaktan kaçınmadım. "Kumogakure’nin topraklarında, az önce saydığın tüm faktörlere benden daha iyi uyum sağlayabilecek bir başka Shinobi yok. Yabancı arazi mi? Tuzağın sessiz çağrısı mı? Gizlenen düşman mı? Eğer ben yanındaysam, hiçbirinin seni incitmeyeceğinden emin olabilirsin. Sen onları göremesen bile, ben görürüm. Siyah bir örtünün ardında bile dünyanın dokusunu sezerim. "

Son bir kez dönüp ona baktım, sesimde artık kendinden emin bir adamın salt bir keskinliği vardı sadece. "Bu yüzden bana güvenebilirsin. Çünkü senin sırtını kollayacağımı söylüyorsam, kollarım."
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Bumble Bee, senin söylediklerini sessiz bir kararlılıkla dinlerken, yüzünde yoğun bir dikkat belirmeye başlıyor. Gözlerini senin yüzünde öyle bir sabitliyor ki, sanki dağların sisli eteklerinde dolaşan kadim bir yaratığın izini sürermiş gibi bir ciddiyetle bakıyor. Bu bakış, sanki iki shinobinin değil de, iki zaman yolcusunun bir dönüm noktasında yüzleşmesine benziyor; gözbebeklerinde gölgeler büyüyor, yansımalar değişiyor. Derken, yavaş bir hareketle elini tutuyor ve senin avucunu yukarı kaldırıyor. Avucun, gökyüzüne açılan bir pencere misali parmaklarının arasından geçerken, Bumble Bee’nin ifadesi bir savaş ozanının keyifli hülyasına dönüşüyor. Ardından, senin elini nazikçe yumruk şekline getiriyor. Kendi elini de yumruk yaparak seninkiyle tokuşturduğunda, gökyüzünde sanki görünmez bir gong çalıyor.

"Bundan sonra benim öz kankamsın!" diye sesleniyor, sesi taze bir sabah rüzgarı gibi parlak. "Seni hayatım pahasına koruyacağım. Artık kaderlerimiz bir!" Bu sözleri söylerken ifadesi içten ve kararlı, ama belki de demin anlattıklarının yarısını bile anlamamış birinin coşkusuyla dolu. Durumun absürtlüğünü, sadece çevrede uçuşan birkaç serçenin hafif kanat çırpışları sanki onaylıyor gibi. Bee, tüm bu ciddiyetin ortasında, yüzünde beliren o geniş gülümsemeyle bir anda yürümeye koyuluyor.

Aradan yaklaşık yarım saat geçiyor. Kumogakure’nin iç yolları geride kaldıkça, sokakların düzeni yerini toprak patikalara, keskin köşeli basamaklar yerini yumuşak eğimlere bırakıyor. Hava, kendine özgü bir berraklık kazanırken, rüzgar tepelerin üstünden yükselen ufak dumanları, tandır fırınlarının koku karışımlarını, uzaklardan yankılanan bir ezginin ince tınısını taşıyor. Köyün çıkışına doğru ilerledikçe, hayatın devingenliği yerini daha seyrek ve sade bir tempoya bırakıyor.

Sonunda, hafif bir tepenin kıyısında, bir taşıma merkezi beliriyor. Burada, çamurla karışık sert toprak üzerinde, ahşap tekerlekleri, deri koşumları ve kalın halatlarıyla birkaç at arabası bekliyor. Arabaların ön kısımlarında basit ama dayanıklı minderler, arkalarında ise yuvarlanmış hasır balyaları, bez yığınları ve bazı ahşap kasalar yer alıyor. Burada insanların uğultusu, köyün merkezi kadar yoğun değil, ama yine de kendi halinde bir hareketlilik söz konusu. Bazı tüccarlar seslerini yükselterek mallarını pazarlıyor, atların burunlarından çıkan sıcak nefes sabah serinliğine karışıyor, bir köşede ise iki çocuk, atların ayak izleri arasında bulunan parlak çakıl taşlarıyla oynuyor.

Bumble Bee omuzlarını hafifçe silkerek sana dönüyor, jestleri yumuşak ama kendinden emin. Sonra eliyle önünüzde sıralanan at arabalarını işaret ederek konuşmaya başlıyor. "Bak dostum, iki yolumuz var. İlki, yürümek. Yaklaşık on iki saatten fazla sürer ve yolda birkaç kez dinlenmemiz gerekebilir. Dağ geçitleri, keskin patikalar, soğuk rüzgarlar, hepsi dahil. Ya da..." diyerek eliyle at arabalarının olduğu yeri gösteriyor. "Şuradan bir at arabası tutarız. Belki beş altı saate varırız, ama arabalar her zaman rahat değildir, üstelik hırsızlar ya da meraklı gözler işimizi zorlaştırabilir. Seçim senin, kanka."
Kumogakure
Kumogakure
Joined: Sun Dec 01, 2024 11:33 am
Rütbe:  
  Image
Bumble Bee’nin bakışları, sessizliğin derinliklerinde yankılanan bir fırtınanın habercisi gibiydi. O an, zamanın kıvrımlarında bir şeyler çatırdıyordu; sanki dünyayı taşıyan eski sütunlar çökmeye başlamış da bir kaç nefes boyu, ikimiz dışında herkes, her şey donmuştu. Dağların sisli yamaçlarında yürüyen, kadim ve unutulmuş bir ruhu izler gibi bakıyordu bana; o derinlikte, o çıplak ciddiyette, yüz yılların gölgesi dolaşıyordu. Sözlerim, havada dâhil olduğu sessizliğin ta kendisine karışıyor, ama onun şımarmayan bakışlarında kaybolmuyor, derin bir çukura düşüyordu.

Birden, yavaşça uzanan eli zamanın dokusunu deldi; parmaklarımı bulup, avucumu gökyüzüne doğru kaldırdı. Bu hareketin ardında ne yattığını anlamaya çalışırken, parmaklarım arasından gökyüzü damlalar gibi süzüldü. Avucum bir pencereye dönüştü; orada ne bir cam vardı, ne de bir dışarı. Sadece sonsuz bir çöl gibi uzanan gök mavisi... Bumble Bee’nin bakışı öyle bir dönüştü ki, sanki bir savaş ozanı, şiirinin en çıplak ve en saf dizesini bulmuş gibi keyifli bir huşuyla doldurdu gözlerini. Avucumu nazikçe yumruk yapmaya zorladı ve aynı kararlılıkla kendi elini de yumruk yaparak benimkine dokundurdu.

O çırpınan anın tam ortasında, bir gong çalındı sanki; gözlerime çırpılan, ölümsüz bir yankı bırakır gibi.

Sesi sözde neşeli bir rüzgar gibi parıltılıydı. Ancak o sözlerin ardında, toprağı çatlatarak yükselen eski bir yemin vardı sanki. Beni dostu olarak ilan etmişti evrene karşı ve bu sözleri söylerken, gözlerinde bir çocuk coşkusunun parıltısı ile dünyayı önüne serip tekrardan inşa etmeye çalışan bir adamın sızısı birbirine karışmıştı.

Gülümseyişiyle rüzgarın yüzüne dokunduğu bir anın ardından, öylece yürümeye başladı.

Zamanın altından akan bir nehir gibi, Kumogakure’nin iç yollarını geride bırakırken, şehir giderek nefesini yavaşça bırakan bir devın kalp atışına dönüşüyordu. Sokakların düzenli hatları, usulca toprak patikalara teslim oldu; sert köşeli basamaklar, mevsimlerin ve zamanın ovduğu yumuşak yamaçlara dönüştü. Havada hafif bir berraklık vardı; rüzgar, tepelerin yamacında çıplak ağaç dallarını çekip koparan bir yankı gibi dolanıyor, uzağın ezgileriyle sabahın buğulu kokularını taşıyordu. Hayat, bizi burada bırakıyor; nefesleri azalan bir gündüzle uykuya dalıyordu.

Sonunda, hafif bir tepenin eteklerinde bir taşıma merkezi belirdi. Orada, toprakla yoğunlaşmış ahşap tekerleklerin gölgeleri uzanıyor, deri kayışların çözülmüş parçaları rüzgara teslim oluyordu. At arabaları, zamanın ritmine uymayan birer şahit gibi bekliyordu: Yüksek kenarlıklarında yuvarlanmış hasır balyaları, tahta kasalar, bez yığınları... Orada, insan sesleri büyüyüp küçülüyor, nefes veren atların soluğu bu sabahın serinliğine buharını bırakıyordu.

Bumble Bee, omuzlarını silkerek bana döndü. Yüzünde kendine özgü, hafif alaycı ama kesinlikle güven veren bir ifade vardı. Gözleri, sanki bu iki yolun sonunda aynı kaderin bizi beklediğini biliyormuşçasına kararlıydı.

Elini ileriye uzatarak ufka yayılan at arabalarını işaret etti. At arabalarının gölgeleri, sabah güneşinin altında uzun ve eğrilmiş birer çizgi gibiydi. İki yol sundu. Biri yavaş ama daha güvenli diğeri daha hızlı ama daha güvensiz. Sonra sustu. Sözlerinin yankısı, taşıma merkezinin hafif uğultusunda kayboldu. Etrafta hayat akmaya devam ediyordu; atların ayakları toprağı eziyor, uzaklarda çocukların kahkahası bir mızrak gibi yükselip havada eriyordu. Ama aramızdaki an, öylece havada asılı kaldı.

Bee’nin gözleri bir kez daha bana döndü. Bu kez sesinde, kendisini fazla ciddiye almayan bir samimiyet vardı. Yolu o çizmişti, seçimi ise bana bırakmıştı.

Zihnimde, iki yolun gölgeleri birbirine karıştı. Yürümek, yeryüzünün derinliklerinde unutulmuş bir şeyle yüzleşmek gibiydi; ama araba, kaderin pençesine hızlıca atılmak demekti. Her iki yolun sonunda ne vardı, bilmiyordum. Tek bildiğim hangi yolu seçersem seçeyim gözlerim bir pusula misali karanlıkta yön bulmamı sağlayacaktı.

“Yolun her türlüsü yorar Bee.” dedim sessizce. Sesim rüzgarın taşlardan sıyrılarak getirdiği eski bir yankı gibiydi. “Ama bazen yürümek, susmuş bir kalbin tekrar sesini duymasına yarar. Dağların ıssızlığı, her nefes alışında ruhuna işlenir; orada, yalnızlık dediğin şey artık bir düşman değil, bir rehber olur.”

Gözlerim, o ana kadar fark etmediğim detaylarda kayboldu. Taşlara gömülmüş tekerlek izleri, yılların yüküyle derinleşmişti; bazıları neredeyse bir mezarın çatlağını andırıyordu. Atların toynaklarından savrulan toz, havaya yayılan bir dua gibi yükseliyor, sonra usulca yere çöküyordu.Ve orada, sanki sabah güneşinin altındaki bu basit kavşakta, kader bir kez daha ellerimizde şekil almaya başlıyordu.

Zihnimde o an bir Shinobi dürtüsü olarak oluşan ilk düşünce Kumogakure sınırlarından çıktıktan sonra, tehlikeli arazilere adım attığımız andan itibaren her 500 metre de bir "Rikugan: Enerji Algılaması" kullanarak Bee'ye sözünü verdiğim şeyi yerine getirmekti. Ona hiçbir gizli tuzağın ya da düşmanın dokunmasına izin veremezdim. Bu yüzden Rikugan'ın sahneye çıkmasından çekinmeyecektim. Bu sayede insanları önceden fark edebilir, tuzakları görebilir ve ona göre plan yapabilirdik.
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Yol, toprak damarlara ayrılan bir nehir misali önünüzde uzarken, hava iyice berraklaşıyor. At arabalarının uğultusu, uzaklarda kümelenmiş tüccarların sesi, kısık bir uğultu halinde geride kalmış. Şimdi, patikalar daha sessiz, rüzgâr kesik soluklarla kulaklarınıza fısıldıyor. Bumble Bee, senin seçimini onayladığından beri biraz tuhaf bir suskunluğa gömülmüş gibi. Onay esnasında gözlerinde beliren ciddiyet, şimdi yerini düşünceli ve garip bir ifade bırakmış. Adımları sakin, ama içindeki bir şeyin yüzeye doğru kabardığı hissediliyor.

Yürürken, zihninden bir hatırlatma geçiyor. Yaklaşık 500 metre olmuş olmalı. Daha önce kararlaştırdığın gibi, Rikugan: Enerji Algılaması’nı kullanmaya karar veriyorsun. Ellerini hafifçe gevşetiyor, nefesini usulca verip alıyorsun. Çevrenizdeki 500 metrelik alanı sanki görünmez bir çeper gibi hissediyor, oradaki her titreşimi, her enerjiyi, her çakra akışını tarıyorsun. Sonuç: Etrafınızda potansiyel bir tehdit ya da saldırgan çakra izi belirmiyor. Sadece kuşların kanat çırpışı, birkaç küçük hayvanın yeraltında ilerleyen uğultusu ve uzakta, tek tük dolaşan sıradan yaşam formlarının sönük izleri… Başını kaldırdığında, Bumble Bee’ye hafifçe işaret ediyorsun. O da seni onaylarcasına başını sallıyor, sesi çıkmıyor ama kaşlarının arasındaki çizgi, sözsüz bir teşekkür gibi.

Adımlarınız toprağı döverken, sessizlik kısa bir süre hüküm sürüyor. Bumble Bee hâlâ garip; ne tam bir neşesi var ne de tamamen sessizliğin kollarına teslim olmuş. Fakat birkaç adım sonra, sanki kendi iç dünyasında bir kapı aniden açılmış gibi, bir anda başlıyor yine.

"Susmuş kalbim, sesini duyan yok
Yürüdüğüm yollarda büyük adam çok
Ama sorun yok, çünkü gücüm bol
Ruhuma işlenen dağların arası kol kadar kısa

İstemem bu saatte olmasın drama
Anam babam da sağ
Şükür Kami-sama
Bu yol beni yorar

İçim oldu duman
Ama bulutun arkasında Okami var
O Kami değil Okami ulan!"


Sesi daha önceki gibi coşkulu, kelimeleri yine anlaşılmaz bir ritmin büyüsünde. Doğa, onun ritmine başta direniyor gibi görünüyor, ancak çok geçmeden rüzgâr ve ağaçların hafif hışırtısı bu tuhaf ezgiye eşlik eder hale geliyor.

Sözlerini bitirdiğinde sana dönüyor. "Kanka, sen resmen bir ilham kaynağısın!" diyor, gözlerinde tekrar o enerjik ışıltı beliriyor. "Böyle devam et, bak yakında dağları bile konuşturacağım!" Sözleri, taş yollara düşen güneş ışınları kadar parlak ve hafif. Kendi coşkusuna yine kendisi gülüyor.

Bu atmosferin içinde bir kez daha hatırlıyorsun: Yaklaşık 500 metreyi geride bıraktınız. Tekrar Rikugan: Enerji Algılaması’nı devreye sokuyorsun. İçinde küçük bir kıvılcım gibi yanan bu teknik, çevreyi bir kez daha tarıyor. Bu kez, çok daha yoğun bir çakra hissediyorsun. Öncekilere göre daha kesif, daha dolgun bir enerji, sizden uzakta olsa da hızla size doğru yaklaşıyor. Etrafınızdaki canlıların sıradanlıkla örülmüş çakra izlerinden farklı, tehditkâr bir parıltı bu. Adımlarınızın arasındaki sessizlik bir anda geriliyor; rüzgârın sesi dahi tizleşiyor sanki. Bumbee Bee’nin rapinin yankısı yerini şimdi daha temkinli bir dikkat kesilme anına bırakacak gibi görünüyor.
Kumogakure
Kumogakure
Joined: Sun Dec 01, 2024 11:33 am
Rütbe:  
  Image
Yol, toprağın damarlarına uzanıp çatallanırken, önümüzde açılan sessizlik, gökyüzünden yere süzülen bir tüy kadar hafif ama bir o kadar da dokunaklıydı. Hava berraklaştıkça uzakların uğultusu, bir hatıra gibi geride kaldı; at arabalarının ve tüccarların yankıları, yavaşça zamanın kuma gömülen adımları gibiydi. Şimdi, patikalar yalnızca rüzgârın kesik soluklarını taşıyordu, ve Bumble Bee, ciddiyetle mühürlenmiş gözlerini içine döndüğü bir suskunluğa bırakmış gibiydi. Sessizlik, onun varlığında yatan düşüncelerin kıvrımlarında yankılanıyor, ama o, bu kabaran dalgaları yüzeye taşımamaya kararlı görünüyordu. Sessizliği onun için alışılmadık bir palto gibi taşıyordu, ağır ama yabancı. Onun bu suskunluğu bende hem merak hem de bir tür endişe uyandırıyordu. Ne saklıyordu? Hangi düşünce ona bu kadar yük oluyordu?

Adımlarımız toprağı döverken zihnimde bir titreşim yankılandı; yaklaşık 500 metre… Zamanın ve uzaklığın soyut matematiği beni hafifçe dürttü. Gözlerimi kapattım, nefesimi derin bir ahenkle verdim ve Rikugan: Enerji Algılaması’nı devreye soktum. Çevremizdeki 500 metrelik alan, görünmez bir doku gibi açıldı önümde; kuşların kanat çırpışını, küçük hayvanların yeraltındaki titreşimlerini ve uzaklarda solgun yaşam formlarının izlerini duyumsadım. Tehlikenin gölgeleri burada yoktu. Doğa, sadece kendi ritmini sürdürüyordu. Başımı kaldırıp Bumble Bee’ye hafifçe işaret ettim. Onun onaylayan bakışı, gözlerindeki minnettarlıkla birleşti; sessizlik bazen bir teşekkürden daha derindi.

Birkaç adım sessizlikle örülü bir yol aldık. Fakat Bumble Bee’nin içinde dalgalanan o tuhaf enerji, sonunda kabuğunu çatlatıp dışarı sızdı.

Önce bir mırıltı, sonra ritmik bir coşku taşmaya başladı. Sözcükleri, rüzgârı delip geçen bir türkü gibi yayıldı. Kelimelerinin tam anlamını kavrayamasam da taşıdığı coşkuyu hissediyordum; o her sözcükle, kendi içindeki karmaşayı dışarı akıtıyordu. Şarkısı bir meydan okumaydı belki de; hem kendine hem de bizi çevreleyen dünyaya.

İlk başta bu taşkınlık beni rahatsız etti. Yolun sessizliğine uyum sağlayan bir parçam, onun bu ani patlamasını yadırgıyordu. Ama sonra fark ettim ki, doğa bile onun bu enerjisine teslim olmuştu. Ağaçların yaprakları onun ritmine eşlik edercesine titredi, rüzgâr onunla aynı ahenk içinde esmeye başladı. İradem dışında dudaklarımda bir tebessüm belirdi; Bumble Bee’nin bu enerjik, çocuksu tavrı, yolculuğun yükünü bir an için hafifletmişti.

"Ne garip bir ruh," diye düşündüm. "Kaosun içinde bile şarkı buluyor, kendi ritmini yaratıyor." Ama yine de, bu enerjiye kıskanç bir hayranlık duydum. Çünkü benim taşıdığım yük, sessizlikte büyüyen bir ağırlıktı. Onunki ise gürültüyle hafifliyordu.

Dizeleri bitirdiğinde, yüzündeki ciddiyet yerini enerjik bir parıltıya bıraktı.

Ama bu keyifli yankılar, rüzgârın melodisini aniden değiştiren bir titreşimle kesildi. Bir kez daha Rikugan: Enerji Algılaması’nı çağırdım, ve bu kez dokunduğum enerji, önceki izlerden tamamen farklıydı. Derin, tehditkâr bir yoğunluk… Bizden uzak olmasına rağmen hızla yaklaşıyordu. Havada bir gerilim oluştu; rüzgâr bile tizleşti, ağaçların dalları bir uyarı fısıldıyormuş gibi hareket etti. Bumble Bee’nin coşkulu doğası bile bu değişimi fark etmiş olmalıydı, çünkü gözlerindeki enerji yerini bir dikkat kesilmeye bırakıyordu.

Bumble Bee’nin ritimle dolup taşan sözleri, yerini gergin bir farkındalığa bırakıyordu. Tehlikenin adımları yaklaşırken, doğanın sesi sanki bizi uyarmaya çalışıyordu.

"Bir şey yaklaşıyor, tekin değil." diye fısıldadım, içimdeki karanlık sezgiler sesimi titretirken. "Saklan, bir planım var; eğer klonum son nefesini verirse, o anı bekle, ve harekete geç. Sana bir fırsat yaratacağım."

Planım sade ama ölümcül olacaktı; yıkıntıların arasından geçerken bile aklımda yalnızca bir düşünce vardı. Kage Bunshin no Jutsu'yla bir hayalet yaratacak, hayatta bir an için var olacak bu klon, sıradan bir şekilde ilerleyecek ve ben, bir gölge gibi, bir ağacın arkasına saklanacaktım. Eğer o hayalet yok olursa, o anın karanlık sessizliğinde, her şeyin düşüşe geçtiği an, Bumble Bee’nin saldırısının gürültüsüne karışarak, Kinetik Kapan'la zamanın akışını yavaşlatmayı planlıyordum. Sadece bir nefes kadar kısa, ama rakibimi savunmasız bırakacak o değerli anı yakalayacaktım.

Her şeyin yok olduğu, her düşüşün sonsuzluğa karıştığı o anı, ben kendi ellerimle yazacaktım.
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Yaklaşan enerjiyi hissetmek bir anlığına irkilmene sebep olsa da stratejik iç güdülerini de harekete geçiriyor. Zihnin bir saat gibi tıkır tıkır çalışırken bir yandan planını oluşturuyor, diğer yandan da Bumble Bee’yi uyarmak için en uygun cümleleri seçiyor. Bee, Rikugan’ını kullanmak için duraksayışının olağan bir şekilde sonuçlanmadığını hissetmiş olacak ki o da gardını alıyor, sağ eli ekipman çantasına biraz daha yaklaşıyor ve sırtı hafifçe kamburlaşarak senin söyleyeceklerini beklemeye başlıyor. Hissettiğin enerjiyi kısaca betimleyerek planınla ilgili emirlerini hızlıca veriyorsun. Başını hafifçe sallayarak anladığını belirtiyor ve ağaçlık alana doğru seğirtiyor.

Hızlıca klonunu yaratıp, planını zihninden bir saniyeliğine tekrar geçiriyorsun. Ardından Bumble Bee’nin gittiği yöne sıçrayarak saklanıyorsun. İkiniz de birbirine yakın, büyük ağaçları tercih ediyorsunuz saklanmak için ve bekleyişiniz başlıyor.

Klonun, planın doğrultusunda dümdüz yürümeye başlıyor. Bu yürüyüş tahmin ettiğinizden daha uzun sürdüğü için klonu görüş mesafenizden taşırmak istemiyorsunuz ve bir iki kere ağaç değiştirmeniz gerekebiliyor. Düşüncelerin aracılığıyla klonun da yürüyüş hızını daha da yavaş bir tempoya düşürüyor. Yaklaşık on beş dakikalık bir bekleyiş sonrasında ufukta bir kişi beliriyor. Kişiyi fark etmenizle klonun da eski normal yürüyüşüne geri dönüyor.

Siyah uzun saçlı, esmer tenli bir adam görüyorsunuz. At kuyruğu yaptığı saçları yağlı ve pek özenlice toplanmamış gibi görünüyor. Hafif bir kirli sakalı var. Üzerine bol gelen bir haori ile düz siyah bir tişört giymiş, altında ise yine aynı bollukta geniş bir pantolon var. Sırtında, omzundan çapraz bir şekilde gelerek bağlanmış bez bir çanta taşımakta ancak çantasının dolu olup olmadığını bu mesafeden pek kestiremiyorsun. Tahta sandaletlerinin toprak zeminde çıkardığı hışırtıyı hayal meyal duyabiliyorsun. Adam, normal bir şekilde tıngır mıngır yürüyerek ilerliyor.

Hissettiğin enerjinin bu adama ait olduğuna shinobi içgüdülerin sayesinde emin olsan da, adamın hal ve tavırları, o ilk hissettiğin aurası ile uyuşmuyor. Sakin sakin yürüyor sadece. Klonunun yanından geçip gidiyor ve köye giden yolu takip etmeye devam ediyor. Önce adamın sırtını birkaç saniye daha izliyorsun, ardından Bee’ye dönüyorsun. Bee, adamı o kadar tehdit olarak algılamamış ki, hala ufku izliyor bir eli ekipman çantasına yakın bir vaziyette. Gelecek “tekinsizliği” bekliyor.

Klonunun hala var olması sebebiyle, adamın surat ifadesine ya da daha net görüntüsüne dair anılara henüz sahip değilsin. Ayrıca klonun hala adamın aksi yönünde ufka doğru yürümekte ve gözden kaybolmaya çok yakın.
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Off Topic
Mugen Okami, ilk habersiz pasifliğini gerçekleştirmiştir.

Üç habersiz pasiflikte ödül eksilir, dört habersiz pasiflikte oyuncu konudan atılır. Aman dikkat!
Post Reply