Bokukichi iri çantasını omzunda hoplatarak sana dönüyor, dudaklarını büzüp dramatik bir homurdanmayla konuşuyor. "Hokage’ye hediye edeceğim şeyler var. Eğitimsiz köpek değiliz herhalde, lütfen." derken çantanın içinden bir şeyler tıkırdıyor, büyük ihtimalle çay kupaları. Masato gözlerini devirdiği gibi, Kaizen sert bir bakış atıyor ama sonuç sıfır, Bokukichi hala dramatikliği sağ olsun ortamın ilgi odağı. Yol hazırlıkları tamamlandığında kısa bir süre için herkes kendi halinde duruyor. Yuri eşyalarını düzenliyor, Kaizen rotayı kağıtlardan tekrar okuyor, Bokukichi ise çantasına hala anlam veremeyen Masato’ya artistik pozlar veriyor.
Sonunda yürümeye başladığınızda Konohalı dostlarınla yan yana geliyorsun, Masato ve Kaede. Yağmurun artık seyrekleştiği o loş gri ışığın altında Masato Kaede’ye bakıp kollarını bağlayarak soruyor. "Eee, Kaede. Yukigakure’de neler yaptığını anlatmayacak mısın?" Kaede bir an duruyor. Her zamanki soğuk yüzü hafifçe çatılıyor. Gözleri kısa bir süre ikinizin arasında geziniyor. "Ben..." diye başlıyor, sesi bu kez alışık olduğunuz o buz gibi tondan biraz daha ağır, daha yavaş. Omuzları titremeden, duygusuz bir şekilde devam ediyor. "Görevin amacı raporda yazdığı gibiydi ama... orada düşündüğünüzden farklı şeyler oldu." Masato kaşlarını kaldırıyor. Kaede gözlerini yere indirip nefes alıyor.
-
Yukigakure’nin kadim dağları sabah sisini henüz üzerinden silmemişti. Kar, ağır ağır yağıyor, gri gökyüzü, dağın yamacındaki maden çukurlarını ölü birer krater gibi gösteriyordu. Kaede, hafif esen rüzgarda titreyen peleriniyle çömelmiş, kirli beyaz zeminde biriken metal artıklarını inceliyordu. Soğuk her nefeste ciğerini yakıyor ama zihnindeki tek sıcaklık annesinin sesine ait uzak bir yankıydı. O ses, burada bir yerlerde hala dolaşıyor gibiydi. İşte bu yüzden bu görevi seçmişti. Onunla birlikte görevde yer alan Amegakure ekibi çevresinde konumlanmıştı. Üç kişilik Ame takımı, karla kaplı kaya çıkıntılarının önünde ayakta duruyor, Kaede’nin incelediği arazinin sonuçlarını bekliyordu. Jounin Hourai Mizuha, mavi-gri saçları omuzlarına dökülen, her nefesi buzul gibi soğuk olan bir kadın. Hyouton kekkei genkai’siyle ünlüydü, suyu ve rüzgarı aynı anda donduran teknikleriyle Ame’nin en keskin uzmanlarından biriydi. Konuştuğunda kelimeleri kısaydı, ama gözlerinde kırılgan bir merhamet vardı. Kaede’nin bu göreve alınmasını özellikle o desteklemişti.
Jounin Genbu Kakeru, uzun boylu, iri yapılı, yüzünün yarısı sürekli siyah bir maske ile kapalı. Jiton elementine sahipti, madendeki metal akışlarını sezebiliyor, tozu toprağı bile kontrol edebiliyordu. Sert görünüşüne rağmen şaşırtıcı derecede yumuşak bir mizacı vardı. Chuunin Shikigami Shiori, gümüş saçlı, sivri bakışlı, enerjik bir kız. Shikigami tekniğine hakimdi, kağıtları silaha, kalkanlara ve hatta canlı şahinlere dönüştürebiliyordu. Kaede ile yaşıt olması nedeniyle ekipte en çok o sohbet ediyordu. Bu dört kişilik grup, soğuk bir rüzgar eşliğinde maden çukurunun ağzında durmuş, günlerdir incelemeler yapmıştı. Patlamış tüneller, uyuşmaz mühür izler, kayalıklara kazınmış dairesel şekiller. Ama ortada Sennashi olduğuna dair hiçbir iz yoktu.
Mizuha omzunu silkerek rapor defterini kapatıyor. "Kaede... Aradığımız şey burada değil. Sinyal, iz, mühür, hiçbiri Sennashi’nin işi değil." Genbu soğuk toprağı ayağıyla dürtüp mırıldanıyor. "Maden çökmelerine doğal deniyor ama ben o kadar emin değilim. Yine de bu Sennashi kokmuyor." Kaede bakışlarını karanlık maden tüneline dikiyor. Gözlerinin ucunda o eski imge beliriyor, annesinin çizim defterindeki o çiçek. Shiori sessizliği bozuyor. "Fuyuko'nun emri net. Eğer bağlantı bulamazsak bugün dönmek zorundayız." Bir an duruyor, Kaede’ye bakıyor. "Üzgünüm... sanırım görev burada bitiyor."
Ama Kaede’nin içindeki bir şey kabul etmiyordu. Karlı dağların sesi ona bir şey anlatmaya çalışıyordu, rüzgarın alt tonlarında tanıdık bir frekans vardı, hafif bir çınlama, çocukken annesinin bahçesinde duyduğu aynı ses.
Kaede ayağa kalkıyor. "Biraz zamana ihtiyacım var." Mizuha hemen karşı çıkıyor. "Kaede, bu senin kişisel meselen-" derken Kaede "Hayır." diyor. Sesi, karları titreten bir kararlılıkla kesiyor onu. "Annemin kaybolan çiçeği bu dağlarda olmalı. Yüzyıllardır Yamanaka kayıtlarında bulunan bir çiçek. Ama doğal ortamı burası değil. Onu biri bilerek buraya getirdi. Bunu öğrenmem gerekiyor." Genbu kaşlarını çatıyor. "O çiçek... Yamanaka için neden bu kadar önemli?" Kaede, sessiz bir nefes veriyor. Gizlediği şey boğazına düğüm gibi oturuyor.
"Çünkü o çiçek bir hafıza taşıyıcısı." Gözleri karanlık madenlere dönüyor. "Bir insanın anılarını... bir nesnenin içine mühürleyebiliyor. Annemin son anıları o çiçeğin içindeydi." Mizuha kısa bir süre donup kalıyor. Shiori’nin gözleri büyüyor. Genbu’un şakaklarında kaslar geriliyor. "Bu yüzden tek başına devam etmek istiyorsun." diyor Mizuha. Kaede başını sallıyor. "Bunu ben yapmalıyım. Yamanaka’nın hafızası çalındıysa, bu kişisel bir mesele değil. Klanımın bütün tarihine uzanan bir tehdit demektir."
Ekip lideri Mizuha kısa bir tereddütten sonra teslim oluyor. "Tamam. Sana bir gün veriyorum. Bir gün. Biz köyde olacağız. Bir şey olursa sinyal gönder."
"Göndereceğim."
Böylece Ame ekibinin üç üyesi karlar arasından köye geri dönerken Kaede tek başına kaldı. Karın altında sessizlik büyüyor, rüzgar tünelin ağzında dönenerek eski zamanlardan kalma bir şarkı gibi inliyordu. Kaede, annesinin çiçeğinin nerede bulunduğunu gösteren haritayı çıkarıp yıpranmış köşelerini düzeltti. Zamanında Yamanaka klanının mensubu olan araştırmacılar o çiçeği tespit etmiş olsa da Yukigakure güçleri nedeniyle vatanlarına geri götürmeyi başaramamışlardı. O çiçek, Yukigakure’nin kuzeyindeki Saihate Vadisinde bulunmuştu. Buzdan oyulmuş mağaralarla dolu, yaşayanların bile sevmediği bir bölge. Yürümesine gerek yoktu. Parmaklarını bir mühür dizisine yerleştirdi. Toprak, kar ve çam kokusu havada döndü. Ve Kaede, göz açıp kapayıncaya kadar vadinin kıyısında belirdi.
-
"Hakikatin karla kaplı olduğu yerde, insanlar iyi niyetlerini bile üşütür."
Saihate Vadisi’ne vardığında Kaede’yi ilk karşılayan şey sessizlik oldu. Yalnızca sessizlik değil, çınlayan, duvarlara çarpıp geri dönen, kulak zarına bir uyku gibi çöken kalın bir sessizlik. Vadinin duvarları dikçe, buz tutmuş tabakalar kat kat yükseliyor, karanlık tüneller rüzgârla birlikte inilti gibi bir uğultu çıkarıyordu. Kaede’nin nefesi bembeyaz bir buluta dönüyor. Haritayı yeniden kontrol ediyor. "Burada olmalı..." Ama "burada" denilen şey, vadinin tam ortasında dev bir labirente benzeyen çatlakların arasında kaybolmuş görünüyordu. Haritada işaretlenen nokta dümdüz bir bölgede görünüyordu ancak vadi öyle değildi, sanki yer kendi şeklini değiştirmiş gibiydi.
Kaede karda iz arayarak iki saat kadar dolaştı. Bazen ayakları dizine kadar kara gömüldü. Bazen kaygan bir buz kıyısında düşmemek için duvarlara tutundu. Ama pes etmedi. Sonunda, rüzgarın tuhaf bir şekilde sıcak estiği dar bir yarık buldu. Duvardaki bu çatlak, sanki içeriden bir nefes veriyormuş gibi hafifçe buğu çıkarıyordu. İçeri adım attığında taşların üzerindeki kırağı tabakası inceldi, hava garip şekilde ılıktı. Ve bir mağara odasına açılan galerinin ortasında, buzdan bir sütunun dibinde o çiçek duruyordu.
Minik, ince yaprakları donmamıştı. Mor ve gri arasında parıldayan gövdesi, etrafındaki buharla ritmik bir şekilde titriyordu, tıpkı bir kalbin atışı gibi. Ama Kaede yalnız değildi. Çiçeğin hemen yanında bir adam oturuyordu. Kapşonu başında, yüzü simsiyah, sadece gözlerinde delik olan bir maskeyle örtülmüş... Boyu ince, duruşu kibardı. Fakat sesini duyana kadar Kaede onun ne kadar rahatsız edici biri olduğunu anlamadı. Adam, tıpkı bir çiçeği okşar gibi parmak uçlarıyla karın üzerinde ritim tutarak konuştu.
"Bunu... neden almak istiyorsun?"
Ses inceydi. Beklenmeyecek kadar ince. Sanki çocuğun sesiyle yetişkinin sözleri karışmış gibiydi. Kaede hemen gardını aldı. Elini sırtındaki mühür torbasına götürdü ama tehditkâr bir anlam yüklemek istemedi. "Sebebini söylemem gerekmiyor." Adam başını Kaede’ye çevirmedi bile. Sadece çiçeğe bakmaya devam etti. "Senin için gerekli." dedi sakince. "Çünkü annen... hafızasını bu çiçeğin içine bıraktı. Sen bunu biliyorsun. Onu kaybetmenin acısıyla büyüdün. O hafızaya dokunmak istiyorsun. Dokunamadığın geçmişi görmek. Çocukluğunun yarım kalan kısmını tamamlama fikri seni buraya getirdi."
Kaede’nin kanı çekilmiş gibi oldu. Bu... nasıl mümkün olabilirdi? "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordu sertçe. Adam bu kez başını hafifçe kaldırıp mağaranın tavanındaki buzlara baktı. Konuşması rahatsız edici bir felsefi dinginlik taşıyordu. "İnsanın aradığı şey asla bir nesne değildir." dedi. "Bir çiçek, bir eşya, bir iz... bunlar sadece bahanelerdir. İnsanlar geçmişle yüzleşmek için bir "şeye" tutunmak zorunda hisseder. O şey olmadan ilerleyemeyeceklerini düşünürler." Kısa bir duraklama. Nefesi buzlara çarpıp ince bir duman halinde dağılıyor. "Peki doğru olan bu mu?"
Kaede’nin gözleri kısıldı. "Doğru mu yanlış mı olduğuna ben karar veririm." Adam parmaklarıyla karı çizerek devam etti. "Anıların ağırlığı seni ayakta mı tutuyor, yoksa yavaşça boğuyor mu? Annenin çiçeğini almaya çalışarak... gerçekten ne elde edeceğini sanıyorsun? Onu geri mi getireceksin? Bir boşluğu doldurabilecek misin?" Kaede’nin sabrı tükeniyordu. "Sen benim kim olduğumu, ne yaşadığımı bilmiyorsun." Adam başını yana eğdi. "Bilmek zorunda değilim. Çünkü sen bile bilmiyorsun. İnsan kendini en çok geçmişiyle tanımlamaya çalışırken kaybeder. Bu çiçek seni geriye değil, içine çekecek."
Kaede ileri bir adım attı, sesi titremiyordu artık. "O çiçek annemin son sesiyse... duymaya hakkım var." Adam sonunda başını Kaede’ye çevirdi. Maskesinin göz boşluklarından ince bir ışık sızıyordu, gözleri görünmüyordu ama bakışlarının ağırlığı hissediliyordu. Sessizlik. Sonra da "O zaman hak ettiğini kanıtla." dedi. Kaede’nin parmakları anında mühür dizisine kaydı. Karın üzerinde buz kristalleri titreşirken adam yavaşça ayağa kalktı. "Bu çiçeği ancak beni yenersen alabilirsin. Hafıza yük demektir. Herkes taşıyamaz." Kaede’nin gözbebekleri büyüdü, çakrası titredi. Adamınki ise sessiz bir buz fırtınası gibi kabardı, ne element, ne doğa dürtüsü, sadece soğuk. Ruhani bir soğuk.
"Hazırım." dedi Kaede. Adam maskenin arkasından fısıldadı. "Öyleyse başlasın." Mağaranın duvarları buzla çatladı, rüzgar boğuk bir uluma çıkardı.
Ve savaş başladı.
-
Işınlanma noktasına ulaştığınızda Kaede, her zamanki soğuk tavrıyla omzundaki çantayı düzeltip kısaca "Ay neyse, ışınlandıktan sonra devam ederim." diyor. Daha cümlesi biter bitmez bedenini mavi ışıklar sarıyor ve bir anda görüntüsü dalga gibi dağılmaya başlıyor.
Bokukichi geriden konuşulanları dinlerken birden gözlerini kocaman açıp "Hassiktir, burada durulur mu lan?" diye söyleniyor. Masato ise hem şaşkın hem hevesli bir halde "Kaede anlatsana be! Tam heyecanlı yerinde kestin ya!" diye bağırıyor ama ışık onu da yutuyor. Bir an sonra etrafınızda parçalanmış gölgeler toplanıyor, Ame’nin ağır havası bir anda yok oluyor ve yerini kuru, sıcak, tanıdık bir rüzgara bırakıyor.
Gözlerini açtığında Konoha’nın taş yolları altında duruyorsun. Gökyüzü bulutsuz, güneş parlak. Buradaki sakinlik, dün gece Ame’nin kanlı sisinden sonra sana bir ilham, bir nefes gibi geliyor. Omuzlarına çöken ağırlıkların bir kısmı o an eriyor. Ev kokusu, yaprakların hışırtısı, uzaktan gelen ticaret alanı uğultusu. Her şey tanıdık, her şey güven verici. Sonunda köyüne döndün.
Masato kolundan hafifçe çekerek seni kendine getiriyor. "Hadi Aoi. Hokage bekliyordur." Birlikte Hokage binasına doğru yürüyorsunuz. İçeri adım attığınızda koridorlar serin ve geniş, her zamanki düzenli sessizlik hakim. Üst kata çıktığınızda Masato derin bir nefes alıyor, sen de aynısını yapıyorsun. Kaede ise size göre oldukça sakin. Sonra kapıyı çalıyorsun.
"Giriniz."
Kapı aralandığında Hokage Sarutobi Shigure masasında ayağa kalkıyor. Yüzünde hiçbir şey okunmuyor, ne öfke, ne şaşkınlık, ne de memnuniyet. Gözleri doğrudan sana kilitleniyor, gri bir çelik gibi. "Derhal detaylı bir durum raporu istiyorum senden."