"...ve işte tam burada, köklerin sekiz kollu bir yapıya doğru genişlediğini görüyorsunuz. Bu yapıya biz 'Sekiz Damar Düğümü' diyoruz. Bu düğüm noktaları, ağacın çakrayı topraktan en verimli şekilde çekmesini sağlar. Kökler, sadece su ve mineralleri emmekle kalmaz; aynı zamanda çevresindeki diğer köklerle senkronize bir çakra ağı oluşturur..."
Ormanda gölgelerin dans ettiği hafif serin bir gündü. Ağaç yapraklarının güneşin tamamen dolmasını engellediği avluya kurulmuş açık hava amfisinde oturmuş, klan jouninlerinden birinin anlatmakta olduğu dersi dinliyordum. Benimle hemen hemen aynı yaşlarda birkaç klan çocuğu daha vardı etrafımda. Hepsi pür dikkat dinliyor, notlar alıyor ve anlamadıkları yerlerde sorular soruyordu. Benim ise zihnim bambaşka bir yerdeydi.
Aoi...
Onu sadece birkaç saat görebilmiştim, bir kez. Ama bu tek an yetmişti zihnimin onunla dolup taşmasına. Her boş anımda onu düşünüyor, o anları aklımda tekrar tekrar canlandırmaya, suratının detaylarını hatırlamaya çalışıyordum. Daha önce görmemiştim onu, bu birkaç saat dışında bir tanışıklığımız da yoktu ama sanki tüm hayatım boyunca eksik olan parçayı bulmuş gibi hissediyordum. Bulmuş, fakat yapbozu tamamlamamı da kendi zihnimin duvarları engelliyordu. O gün onu bırakıp gitmiştim.
Üzerinden birkaç gün geçmişti. O günden beri de, gözlerimi her kapattığımda hayallerim, uyanıkken bile rüyalarımın içindeymişim gibi beni onun yanına götürüyordu. Bazen ağaçların arasında koşarken kahkahalar atıyordu. Kimi zaman ise küçük bir tepede oturmuş, beraber güneşin batışını izliyorduk. O an yalnızca sessizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada yan yana oturmak yetiyordu. Yetmediği anlarda da bir elim ince beline sarılıyor, diğer elim kimonosunun yakasını omzundan aşağı hafif hafif indirip güzel tenini açığa çıkarıyordu. Tırnakları sırtıma saplanırken dudaklarım güzel boynunda do-...
Tok!
Alnıma hızla çarpan bir kestane gözlerimi açarak etrafa bakmama sebep oldu. Sapıkça rüyalarımdan çekilip çıkarılmıştım hoca tarafından. Elinde bir başka kestaneyi bana tekrar atmaya hazır bir şekilde tutuyordu, suratında ise her an belamı sikecekmiş gibi bir ifade. Elini kaldırıp, tekrar fırlattı kestaneyi. Kaderime razı olup kaçmadım ve ikinci kestanenin de alnıma çarpmasına izin verdim. Ben... Zaten aşkın sillesini yemişim. Bir de hoca vursun, ne yazar?
"Amına koduuma bak!" diye bağırdı adam bana. "Eşşek başı mı konuşuyor ulan burada? Gel buraya!" Diğer öğrencilerin kıkırdamaları eşliğinde kalkıp tahtaya doğru yöneldim. Bir ara, "Enayiye bak." diyen kuzenimle göz göze geldim. Ters ters baktım birkaç saniye, fakat "Acele etsene be!" nidasıyla fırlatılan üçüncü bir kestane o an çocuğun üzerine atılıp Konoha Marşı'nı tersten okutana kadar tartaklamama engel oldu. Son adımlarımı da atıp tahtanın önüne vardım. Adam, elime bir tebeşir tutuşturdu "Al bunu!" diyerek. "Tamamla tahtadaki diyagramı, sikmeyeyim belanı." diye omzumdan iterek tahtaya iyice soktu. Kafamı kaldırarak tahtada yazılanlara baktım... Ya, bir saniye. Biz akademiden mezun olalı neredeyse on yıl olacak, neden hala kara tahta önünde tartaklanıyoruz? Başka shinobiler benim yaşımda evlenip yuva kuruyor, ya da jounin falan olup sonsuz saygı görüyor, ben neden kestane yiyorum kafama? Gözlerimi devirerek derin bir of çektim ve tahtadakilere baktım. Evet, ağaç var, kök var falan. Sekiz düğümün yaydığı çakra akışının diyagramını mı tamamlayacağım? Böyle mi? Şöyle mi derken aklıma geldiği kadar tamamlamaya çalıştım. "Oldu mu?" diyerek tebeşiri adama geri uzattım ve suratımı tekrar sınıfa döndüm.
O sırada gördüğüm şey ile gözlerim faltaşı gibi açıldı. Amfilere uzak, kalın gövdeli bir ağacın arkasından görünen, tatlı bir ışık hüzmesiydi bu. Aoi'nin saçları! O kısa görüşmemizde öyle bir kafama kazımıştım ki saçlarının rengini, başka biri olamazdı, emindim. Kafası veya gövdesi görünmüyordu, bu da ağaca sırtını vermiş bir şekilde dersimin bitmesini bekliyor olabileceğini düşündürdü. Ağzımdan şok içinde kısa bir nefes çıkarken heyecanım enseme yediğim bir tokat ile bölündü. "He, oldu amına koyayım. BEN BÖYLE Mİ ANLATTIM?" diye kulağımda bağıra bağıra beni ensemden iyice aşağı ittirerek iki büklüm bıraktı. Bu sırada da adam kulağıma iyice soktu ağzını. Daha da çok bağıracağını düşünüp gözlerimi sımsıkı kapatıp başıma gelecekleri beklerken, fısıltı ile konuşmaya başladı aksine.
"Yarım saattir orda gizlenmiş seni izliyor. Fark edilmediğini sanıyor ama her göz göze geldiğimizde ağacın arkasına geri saklanıyor."
Şap! Enseme "HAYTA SENİ!" bağırışı eşliğinde bir tokat daha. Ardından, fısıldamaya devam etti hoca.
"Bakmadığımı düşündüğünde de tekrar çıkıp seni izliyor."
Tişörtümün yakasından çekerek beni geri dikeltti. Omzuma, enseme tokatlar atmaya devam ederek tekrar sesini yükseltti. "Şimdi yürü git terk et sınıfımı, it seni. Hadi!" diyerek omzumdan, Aoi'nin saklandığı ağacın yönünde iteledi. O an, kaptım işareti. Ufak bir çöpçatanlıktı bu! Yutkundum yürümeye başlarken. Kalbim deli gibi çarpıyor, bu sırada da hoca diğer öğrencilere dikkatlerinin tahtada kalmaya devam etmesini söyleyerek nereye gittiğimi izlemelerini engelliyordu. Önce yavaş olan adımlarım, ağaca yaklaştıkça hızlı ve sabırsız bir hal almaya başladı. Ağaca ulaşıp arkasına geçtiğimde ise Aoi arkası dönük bir vaziyette sınıfa bakıyordu tekrar. Geldiğimi fark etmemişti. Birkaç saniye beni sınıfta göremediğinde ne yapacağını izledim. Omuzları dikeldi, kafası minik ve panik dolu hareketlerle sağı solu taramaya başladı. Ufak, şaşkınlık dolu tatlı sesler çıkarıyordu. Kalbim hala deli gibi çarparken sesli bir şekilde gülümsemeden edemedim. Bir elimi omzuna götürerek Pıt! Pıt! şeklinde dürtükledim.
Ormanda gölgelerin dans ettiği hafif serin bir gündü. Ağaç yapraklarının güneşin tamamen dolmasını engellediği avluya kurulmuş açık hava amfisinde oturmuş, klan jouninlerinden birinin anlatmakta olduğu dersi dinliyordum. Benimle hemen hemen aynı yaşlarda birkaç klan çocuğu daha vardı etrafımda. Hepsi pür dikkat dinliyor, notlar alıyor ve anlamadıkları yerlerde sorular soruyordu. Benim ise zihnim bambaşka bir yerdeydi.
Aoi...
Onu sadece birkaç saat görebilmiştim, bir kez. Ama bu tek an yetmişti zihnimin onunla dolup taşmasına. Her boş anımda onu düşünüyor, o anları aklımda tekrar tekrar canlandırmaya, suratının detaylarını hatırlamaya çalışıyordum. Daha önce görmemiştim onu, bu birkaç saat dışında bir tanışıklığımız da yoktu ama sanki tüm hayatım boyunca eksik olan parçayı bulmuş gibi hissediyordum. Bulmuş, fakat yapbozu tamamlamamı da kendi zihnimin duvarları engelliyordu. O gün onu bırakıp gitmiştim.
Üzerinden birkaç gün geçmişti. O günden beri de, gözlerimi her kapattığımda hayallerim, uyanıkken bile rüyalarımın içindeymişim gibi beni onun yanına götürüyordu. Bazen ağaçların arasında koşarken kahkahalar atıyordu. Kimi zaman ise küçük bir tepede oturmuş, beraber güneşin batışını izliyorduk. O an yalnızca sessizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada yan yana oturmak yetiyordu. Yetmediği anlarda da bir elim ince beline sarılıyor, diğer elim kimonosunun yakasını omzundan aşağı hafif hafif indirip güzel tenini açığa çıkarıyordu. Tırnakları sırtıma saplanırken dudaklarım güzel boynunda do-...
Tok!
Alnıma hızla çarpan bir kestane gözlerimi açarak etrafa bakmama sebep oldu. Sapıkça rüyalarımdan çekilip çıkarılmıştım hoca tarafından. Elinde bir başka kestaneyi bana tekrar atmaya hazır bir şekilde tutuyordu, suratında ise her an belamı sikecekmiş gibi bir ifade. Elini kaldırıp, tekrar fırlattı kestaneyi. Kaderime razı olup kaçmadım ve ikinci kestanenin de alnıma çarpmasına izin verdim. Ben... Zaten aşkın sillesini yemişim. Bir de hoca vursun, ne yazar?
"Amına koduuma bak!" diye bağırdı adam bana. "Eşşek başı mı konuşuyor ulan burada? Gel buraya!" Diğer öğrencilerin kıkırdamaları eşliğinde kalkıp tahtaya doğru yöneldim. Bir ara, "Enayiye bak." diyen kuzenimle göz göze geldim. Ters ters baktım birkaç saniye, fakat "Acele etsene be!" nidasıyla fırlatılan üçüncü bir kestane o an çocuğun üzerine atılıp Konoha Marşı'nı tersten okutana kadar tartaklamama engel oldu. Son adımlarımı da atıp tahtanın önüne vardım. Adam, elime bir tebeşir tutuşturdu "Al bunu!" diyerek. "Tamamla tahtadaki diyagramı, sikmeyeyim belanı." diye omzumdan iterek tahtaya iyice soktu. Kafamı kaldırarak tahtada yazılanlara baktım... Ya, bir saniye. Biz akademiden mezun olalı neredeyse on yıl olacak, neden hala kara tahta önünde tartaklanıyoruz? Başka shinobiler benim yaşımda evlenip yuva kuruyor, ya da jounin falan olup sonsuz saygı görüyor, ben neden kestane yiyorum kafama? Gözlerimi devirerek derin bir of çektim ve tahtadakilere baktım. Evet, ağaç var, kök var falan. Sekiz düğümün yaydığı çakra akışının diyagramını mı tamamlayacağım? Böyle mi? Şöyle mi derken aklıma geldiği kadar tamamlamaya çalıştım. "Oldu mu?" diyerek tebeşiri adama geri uzattım ve suratımı tekrar sınıfa döndüm.
O sırada gördüğüm şey ile gözlerim faltaşı gibi açıldı. Amfilere uzak, kalın gövdeli bir ağacın arkasından görünen, tatlı bir ışık hüzmesiydi bu. Aoi'nin saçları! O kısa görüşmemizde öyle bir kafama kazımıştım ki saçlarının rengini, başka biri olamazdı, emindim. Kafası veya gövdesi görünmüyordu, bu da ağaca sırtını vermiş bir şekilde dersimin bitmesini bekliyor olabileceğini düşündürdü. Ağzımdan şok içinde kısa bir nefes çıkarken heyecanım enseme yediğim bir tokat ile bölündü. "He, oldu amına koyayım. BEN BÖYLE Mİ ANLATTIM?" diye kulağımda bağıra bağıra beni ensemden iyice aşağı ittirerek iki büklüm bıraktı. Bu sırada da adam kulağıma iyice soktu ağzını. Daha da çok bağıracağını düşünüp gözlerimi sımsıkı kapatıp başıma gelecekleri beklerken, fısıltı ile konuşmaya başladı aksine.
"Yarım saattir orda gizlenmiş seni izliyor. Fark edilmediğini sanıyor ama her göz göze geldiğimizde ağacın arkasına geri saklanıyor."
Şap! Enseme "HAYTA SENİ!" bağırışı eşliğinde bir tokat daha. Ardından, fısıldamaya devam etti hoca.
"Bakmadığımı düşündüğünde de tekrar çıkıp seni izliyor."
Tişörtümün yakasından çekerek beni geri dikeltti. Omzuma, enseme tokatlar atmaya devam ederek tekrar sesini yükseltti. "Şimdi yürü git terk et sınıfımı, it seni. Hadi!" diyerek omzumdan, Aoi'nin saklandığı ağacın yönünde iteledi. O an, kaptım işareti. Ufak bir çöpçatanlıktı bu! Yutkundum yürümeye başlarken. Kalbim deli gibi çarpıyor, bu sırada da hoca diğer öğrencilere dikkatlerinin tahtada kalmaya devam etmesini söyleyerek nereye gittiğimi izlemelerini engelliyordu. Önce yavaş olan adımlarım, ağaca yaklaştıkça hızlı ve sabırsız bir hal almaya başladı. Ağaca ulaşıp arkasına geçtiğimde ise Aoi arkası dönük bir vaziyette sınıfa bakıyordu tekrar. Geldiğimi fark etmemişti. Birkaç saniye beni sınıfta göremediğinde ne yapacağını izledim. Omuzları dikeldi, kafası minik ve panik dolu hareketlerle sağı solu taramaya başladı. Ufak, şaşkınlık dolu tatlı sesler çıkarıyordu. Kalbim hala deli gibi çarparken sesli bir şekilde gülümsemeden edemedim. Bir elimi omzuna götürerek Pıt! Pıt! şeklinde dürtükledim.
"Hayashi Ormanı'nı arıyorum."
Kollarını göğsünde birleştirip ağaçtan gelecek cevabı beklemeye başladı. Esen hafif rüzgarın etkisiyle yaprakları nazik nazik sallanan ağaç, bütün görkemi ve sessizliği ile karşısında dikiliyordu. Ağaçlara sor dememiş miydi? Aoi kafa karışıklığıyla başını kaşıdı.
İşkencelerle dolu günler geçirmişti Kenta ile karşılaştığı geceden beridir. Evinin sessizliği dayanılmaz boyuta gelmişti. Deredeki kurbağalar onu teselli etmiyordu. Uykularında sabahlara kadar onu görüyor ve onunla konuşuyordu. Gidecekti elbette yaşadığı yere ancak hemen gitmesi ayıp olurdu. Hiç değilse birkaç gün beklemesi gerekirdi. Zihni onun düşünceleri ile o kadar doluydu ki gündelik rutinine odaklanamaz hale gelmişti. İpek gibi sarı saçlarını görüyordu bazen gün içinde. Onu ziyarete geldiği düşüncesiyle bir an heyecanlanıyordu ancak sonra gördüğü şeyin çamaşır ipine asılı bir elbise olduğunu fark ediyordu. Babasıyla dini ritüelleri gerçekleştirirken aklı öyle dağılıyordu ki uzaklara dalıp ne yapması gerektiğini unutuyordu. Neyse ki babası anlayışlı bir insandı, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı da çok üzerine gitmemişti. Biraz ara vermeye ihtiyacı olduğunu söylemişti ona. Aoi kendini bu görevden de soyutlayınca geriye yalnızca evinin boşluğunda sarıldığı hayaller kalıyordu.
O sabah farklı uyanmıştı. Artık dayanamıyordu. Onu görmek istiyordu. Onu görmek zorundaydı. Bu basit bir isteği geçmiş bir ihtiyaç haline gelmişti. Mantığını değil, sezgilerini dinlemeye karar verdi o sabah. Çok erken bir saatte uyandı. Eli boş gitmek ayıp olacağı için mutfağa geçip en sevdiği keklerden birisini pişirmeye karar verdi. Annesinin tarif kitabını açarak tek tek adımları takip etti. Fena olmamıştı sanki. Bu iş bitince saçlarını güzelce taradı ve bağladı. Üzerine klan desenlerinin işli olduğu lacivert mavi renklerindeki kimonosunu giydi. Hatta tam çıkacakken çiçekli odunsu bir koku da sürünmeye karar verdi. Ormana gidecekti sonuçta, orman gibi kokmasının mantıklı olacağını düşündü kendi kendine. Panik adımlarla kendini dışarı attı ve mahallesini geride bırakarak ağaçlı yollar boyunca yürümeye başladı. Şimdi de bir ağacın önünde durmuş ondan yol tarifi almaya çalışıyordu. Belki de Kenta bunu sembolik olarak söylemişti. Cidden gidip ağaca sormaması gerekiyordu belki de. Açık gördüğü dükkanlardan birinin önüne gitti. "Hayashi Ormanı'na giden yolu biliyor musunuz acaba?" Adam baştan aşağı yargılayıcı bakışlarla onu bir süzdükten sonra tarif etmişti. "Şuradan düz git, önüne bir tekel çıkacak. O tekelin iki yanındaki sokaktan sağ dön. Sonra bir sol yap, bir daha sağ yap. Sarı renkli bir bina göreceksin. O binayı takip et. Oradan tekrar sol sağ yaptın mı dümdüz ilerle. Ormanda bulacaksın kendini." Hemen ardından arkasını dönüp dükkanı ile ilgilenmeye başlamıştı. "T-Teşekkürler." Aoi adamın bir çırpıda söylediği şeyleri unutmamak için kendi içinde tekrarlayarak hızlı hızlı yürümeye başladı.
"Sarı bina. Sarı binayı takip et. Sol sağ yap. Aaa sincap!" Kendi kendine mırıldanırken yolun kenarında fındık veya ceviz toplamakla uğraşan bir sincap gördü. "Selam sincap!" Sincabın peşinden gittiğinde hayvan ürkerek hızla ağaca tırmandı ve gözden kayboldu. Aoi başka şeyler de gördü. Gergedan böcekleri, renkli kuşlar, kelebekler, tavşanlar, kertenkeleler, örümcekler. Hatta iki ağacın arasına ağını örmüş rızkını bekleyen bir örümcek vardı ki belki de boyu tabak kadardı. Yanına yaklaşıp hayran hayran izlemişti onu. Uzun tüylü bacakları hiç kıpırdamadan ağın ortasında durup bekliyordu. "Senin adın ne?" Örümcek cevap vermedi. Aoi de bir süre sonra yoluna devam etti. Ağaçlar sıklaşmıştı. Hatta yerleşim yerine benzemeye başlamıştı. Etrafta ağaçların tepelerine yapılmış minik evler görüyordu. Koşuşturan çocuklar, bağırtı ve gürültüler. Sonra fark etti ki hayvanların peşine takılmışken gerçekten de ormanı bulmuştu. Peki şimdi Kenta'yı nasıl bulacaktı? Hayashi Klanı'ndan olduğunu düşündüğü insanların şaşkın bakışları arasında ormanda turlamaya başladı. Biraz ilerlemişti ki uzakta, kara tahta önünde ders anlatan birilerini fark etti. Bir ağacın arkasına geçerek ne yaptıklarını izlemeye başladı. Yüzlerini net olarak seçemiyordu ancak birinin ders verdiğini, önündeki öğrencilerin de onu izlediklerini görebiliyordu. Hocanın havada yankılanan sesi ağaç kökleri ile ilgili karmaşık bir şeyler anlatıyordu. Derken onu fark etti. Sırtı dönüktü ama o olduğuna emindi. O uzun sarı saçları nerede görse tanırdı. Kenta, sınıfta oturmuş ders dinliyordu.
Önemli bir işle meşgul olduğunu görmek içini rahatlatmıştı. Onu bulamamaktan korkuyordu. Dersi bitene kadar beklemeye karar verdi. Onu kimsenin görmediğinden emin olmak için de kocaman gövdeli ağacın arkasına saklandı. Başını hafifçe çıkarıp gözetlemeye başladı ne yaptıklarını. Arada sırada hocaları onun olduğu tarafa bakacak gibi oluyordu, o da hemen içeri kaçıp ağacın arkasına saklanıyordu. Bakılmadığından emin olunca da tekrar çıkarıyordu başını. Bir yandan da ne yapması, nasıl yaklaşması gerektiğini düşünüyordu. Dersi bittiği gibi bir anda ortaya çıkarsa sapık olduğunu düşünebilirdi. Onu gözetlemişti sonuçta. Biraz daha saklanıp öyle mi ortaya çıkmalıydı? Hocasının Kenta'ya bir şeyler fırlatmakla olduğunu görünce dikkatini oraya verdi. Ne oluyordu? Kenta, sırtı tahtaya dönük bir şeyler yazıyordu. Uzun boyuyla tüm tahtayı kaplıyordu resmen. Bir an için zihninde, ona arkadan sarıldığının görüntü oluştu. Parmaklarını sırtında gezdirdiğini, güneş sarısı saçlarının yüzünü yalayıp geçtiğini hayal etti. Kenta'nın bir anda arkasını dönüp olduğu tarafa bakmasıyla bu hayallerden arınıp hemen ağacın arkasına kaçtı tekrardan. Kalbi gümbür gümbür atıyordu. Yakalanmış mıydı? Kesin sapık olduğunu düşünecekti. Bir dakika bekledikten sonra tekrar başını çıkardı. Kenta... gitmişti? Nereye gitmişti?! Sadece bir dakikacık gözlerini ayırmıştı ve şimdi onu göremiyordu. Başını panikle bir sağa bir sola çevirdiği esnada sırtına dokunulması ile bir kedi gibi yerinden sıçradı. "AY!"
Ağzından çıkan sesin çok yüksek olduğunu fark ederek kendi elleriyle ağzını kapattı. Sonra omzuna dokunan şeyin ne olduğunu idrak edebildi. Kenta! Onu gözetlediğini fark etmiş olmalıydı. Aoi yükselen paniğiyle hızlı hızlı kendini açıklamaya çalıştı. "B-B-Ben gözetlemiyordum! Daha şimdi geldim! Baktım dersteydiniz rahatsız etmeyeyim dedim. Y-Yemin ederim sapık değilim." Sakinleşmek için birkaç saniye durup soluklandı. "Ödüm koptu." Elini kalbine götürdü sanki böyle yaparak ritmini yatıştırabilirmiş gibi. Kısmen sakinleştiğine kanaat getirip yaramazlık yapmış bir çocuk gibi suçlu suçlu konuşmaya başladı. "Haber vermeden geldiğim için özür dilerim. Sizi özlemiştim. Görmek istedim. Kötü bir amacım yoktu. Rahatsız ettiysem özür dilerim." Tüm bunları nasıl bu kadar dürüstlükle şak diye söyleyebildiğine kendi de hayret etti. Elindeki bohçayı gösterdi. "Cevizli kestaneli kek yapmıştım. Sever misiniz bilmiyorum ama... Öyle içimden geldi, yemezseniz başkasına da verebilirsiniz."
Kollarını göğsünde birleştirip ağaçtan gelecek cevabı beklemeye başladı. Esen hafif rüzgarın etkisiyle yaprakları nazik nazik sallanan ağaç, bütün görkemi ve sessizliği ile karşısında dikiliyordu. Ağaçlara sor dememiş miydi? Aoi kafa karışıklığıyla başını kaşıdı.
İşkencelerle dolu günler geçirmişti Kenta ile karşılaştığı geceden beridir. Evinin sessizliği dayanılmaz boyuta gelmişti. Deredeki kurbağalar onu teselli etmiyordu. Uykularında sabahlara kadar onu görüyor ve onunla konuşuyordu. Gidecekti elbette yaşadığı yere ancak hemen gitmesi ayıp olurdu. Hiç değilse birkaç gün beklemesi gerekirdi. Zihni onun düşünceleri ile o kadar doluydu ki gündelik rutinine odaklanamaz hale gelmişti. İpek gibi sarı saçlarını görüyordu bazen gün içinde. Onu ziyarete geldiği düşüncesiyle bir an heyecanlanıyordu ancak sonra gördüğü şeyin çamaşır ipine asılı bir elbise olduğunu fark ediyordu. Babasıyla dini ritüelleri gerçekleştirirken aklı öyle dağılıyordu ki uzaklara dalıp ne yapması gerektiğini unutuyordu. Neyse ki babası anlayışlı bir insandı, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı da çok üzerine gitmemişti. Biraz ara vermeye ihtiyacı olduğunu söylemişti ona. Aoi kendini bu görevden de soyutlayınca geriye yalnızca evinin boşluğunda sarıldığı hayaller kalıyordu.
O sabah farklı uyanmıştı. Artık dayanamıyordu. Onu görmek istiyordu. Onu görmek zorundaydı. Bu basit bir isteği geçmiş bir ihtiyaç haline gelmişti. Mantığını değil, sezgilerini dinlemeye karar verdi o sabah. Çok erken bir saatte uyandı. Eli boş gitmek ayıp olacağı için mutfağa geçip en sevdiği keklerden birisini pişirmeye karar verdi. Annesinin tarif kitabını açarak tek tek adımları takip etti. Fena olmamıştı sanki. Bu iş bitince saçlarını güzelce taradı ve bağladı. Üzerine klan desenlerinin işli olduğu lacivert mavi renklerindeki kimonosunu giydi. Hatta tam çıkacakken çiçekli odunsu bir koku da sürünmeye karar verdi. Ormana gidecekti sonuçta, orman gibi kokmasının mantıklı olacağını düşündü kendi kendine. Panik adımlarla kendini dışarı attı ve mahallesini geride bırakarak ağaçlı yollar boyunca yürümeye başladı. Şimdi de bir ağacın önünde durmuş ondan yol tarifi almaya çalışıyordu. Belki de Kenta bunu sembolik olarak söylemişti. Cidden gidip ağaca sormaması gerekiyordu belki de. Açık gördüğü dükkanlardan birinin önüne gitti. "Hayashi Ormanı'na giden yolu biliyor musunuz acaba?" Adam baştan aşağı yargılayıcı bakışlarla onu bir süzdükten sonra tarif etmişti. "Şuradan düz git, önüne bir tekel çıkacak. O tekelin iki yanındaki sokaktan sağ dön. Sonra bir sol yap, bir daha sağ yap. Sarı renkli bir bina göreceksin. O binayı takip et. Oradan tekrar sol sağ yaptın mı dümdüz ilerle. Ormanda bulacaksın kendini." Hemen ardından arkasını dönüp dükkanı ile ilgilenmeye başlamıştı. "T-Teşekkürler." Aoi adamın bir çırpıda söylediği şeyleri unutmamak için kendi içinde tekrarlayarak hızlı hızlı yürümeye başladı.
"Sarı bina. Sarı binayı takip et. Sol sağ yap. Aaa sincap!" Kendi kendine mırıldanırken yolun kenarında fındık veya ceviz toplamakla uğraşan bir sincap gördü. "Selam sincap!" Sincabın peşinden gittiğinde hayvan ürkerek hızla ağaca tırmandı ve gözden kayboldu. Aoi başka şeyler de gördü. Gergedan böcekleri, renkli kuşlar, kelebekler, tavşanlar, kertenkeleler, örümcekler. Hatta iki ağacın arasına ağını örmüş rızkını bekleyen bir örümcek vardı ki belki de boyu tabak kadardı. Yanına yaklaşıp hayran hayran izlemişti onu. Uzun tüylü bacakları hiç kıpırdamadan ağın ortasında durup bekliyordu. "Senin adın ne?" Örümcek cevap vermedi. Aoi de bir süre sonra yoluna devam etti. Ağaçlar sıklaşmıştı. Hatta yerleşim yerine benzemeye başlamıştı. Etrafta ağaçların tepelerine yapılmış minik evler görüyordu. Koşuşturan çocuklar, bağırtı ve gürültüler. Sonra fark etti ki hayvanların peşine takılmışken gerçekten de ormanı bulmuştu. Peki şimdi Kenta'yı nasıl bulacaktı? Hayashi Klanı'ndan olduğunu düşündüğü insanların şaşkın bakışları arasında ormanda turlamaya başladı. Biraz ilerlemişti ki uzakta, kara tahta önünde ders anlatan birilerini fark etti. Bir ağacın arkasına geçerek ne yaptıklarını izlemeye başladı. Yüzlerini net olarak seçemiyordu ancak birinin ders verdiğini, önündeki öğrencilerin de onu izlediklerini görebiliyordu. Hocanın havada yankılanan sesi ağaç kökleri ile ilgili karmaşık bir şeyler anlatıyordu. Derken onu fark etti. Sırtı dönüktü ama o olduğuna emindi. O uzun sarı saçları nerede görse tanırdı. Kenta, sınıfta oturmuş ders dinliyordu.
Önemli bir işle meşgul olduğunu görmek içini rahatlatmıştı. Onu bulamamaktan korkuyordu. Dersi bitene kadar beklemeye karar verdi. Onu kimsenin görmediğinden emin olmak için de kocaman gövdeli ağacın arkasına saklandı. Başını hafifçe çıkarıp gözetlemeye başladı ne yaptıklarını. Arada sırada hocaları onun olduğu tarafa bakacak gibi oluyordu, o da hemen içeri kaçıp ağacın arkasına saklanıyordu. Bakılmadığından emin olunca da tekrar çıkarıyordu başını. Bir yandan da ne yapması, nasıl yaklaşması gerektiğini düşünüyordu. Dersi bittiği gibi bir anda ortaya çıkarsa sapık olduğunu düşünebilirdi. Onu gözetlemişti sonuçta. Biraz daha saklanıp öyle mi ortaya çıkmalıydı? Hocasının Kenta'ya bir şeyler fırlatmakla olduğunu görünce dikkatini oraya verdi. Ne oluyordu? Kenta, sırtı tahtaya dönük bir şeyler yazıyordu. Uzun boyuyla tüm tahtayı kaplıyordu resmen. Bir an için zihninde, ona arkadan sarıldığının görüntü oluştu. Parmaklarını sırtında gezdirdiğini, güneş sarısı saçlarının yüzünü yalayıp geçtiğini hayal etti. Kenta'nın bir anda arkasını dönüp olduğu tarafa bakmasıyla bu hayallerden arınıp hemen ağacın arkasına kaçtı tekrardan. Kalbi gümbür gümbür atıyordu. Yakalanmış mıydı? Kesin sapık olduğunu düşünecekti. Bir dakika bekledikten sonra tekrar başını çıkardı. Kenta... gitmişti? Nereye gitmişti?! Sadece bir dakikacık gözlerini ayırmıştı ve şimdi onu göremiyordu. Başını panikle bir sağa bir sola çevirdiği esnada sırtına dokunulması ile bir kedi gibi yerinden sıçradı. "AY!"
Ağzından çıkan sesin çok yüksek olduğunu fark ederek kendi elleriyle ağzını kapattı. Sonra omzuna dokunan şeyin ne olduğunu idrak edebildi. Kenta! Onu gözetlediğini fark etmiş olmalıydı. Aoi yükselen paniğiyle hızlı hızlı kendini açıklamaya çalıştı. "B-B-Ben gözetlemiyordum! Daha şimdi geldim! Baktım dersteydiniz rahatsız etmeyeyim dedim. Y-Yemin ederim sapık değilim." Sakinleşmek için birkaç saniye durup soluklandı. "Ödüm koptu." Elini kalbine götürdü sanki böyle yaparak ritmini yatıştırabilirmiş gibi. Kısmen sakinleştiğine kanaat getirip yaramazlık yapmış bir çocuk gibi suçlu suçlu konuşmaya başladı. "Haber vermeden geldiğim için özür dilerim. Sizi özlemiştim. Görmek istedim. Kötü bir amacım yoktu. Rahatsız ettiysem özür dilerim." Tüm bunları nasıl bu kadar dürüstlükle şak diye söyleyebildiğine kendi de hayret etti. Elindeki bohçayı gösterdi. "Cevizli kestaneli kek yapmıştım. Sever misiniz bilmiyorum ama... Öyle içimden geldi, yemezseniz başkasına da verebilirsiniz."

► Show Spoiler
Pisi gibi sıçrayarak döndüğünde kelimeler Aoi'nin dudaklarından adeta tökezleye tökezleye dökülmeye başladı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Elini kalbine götürdüğünde o kadar telaşlıydı ki, köşeye sıkışmış minik bir fındık faresini anımsatmıştı görüntüsü. Bu halinin tadını çıkarmadan edemedim, fakat öte yandan, onu bu kadar telaşlandırdığım için kendime kızdım da. Acaba... Çıktığı görevlerde de böyle gardını indirir miydi? Bundan sonra her çıkacağı görevde yanında olup onu koruyabilmek için Hokage'ye ne kadar yalakalık yapmam gerekecekti?
"Asıl ben özür dilerim, sizi ürküttüm. Yine." Aoi'nin burada, yaşadığı yere öylesine uzak olan bizim ormanda belirmiş olması beni hem şaşırtmış hem düşündürmüştü. Elindeki bohça ve yüzündeki mahçup ifade... Acaba bir ağaç kovuğunun tekinde sarhoş bir halde uyuyup uyumadığımı kontrole mi gelmişti? Belki hala o gece sarhoş bir halde karşısına çıktığım için bana acıyordu. Bu düşünce, içimi sıkıştırdı. Onun gözünde zayıf ya da ona sorumluluk kilitleyen biri olmak istemiyordum. Ya da belki de, çiçekler hakkında ders almak için gelmişti. Bu ihtimali bana acıdığı için geldiği senaryoya tercih etsem de, yine de safi bir şekilde beni görme isteğiyle gelmemiş olacağı için o kadar da içimi rahatlatmamıştı. İstemsizce omuzlarımı düşürüp dinlemeye devam ettim.
Beni özlediğini söylemesiyle az önceki bütün düşüncelerim utanç içerisinde bir şok oldular, titreştiler adeta beynimin içinde, "Nasıl yeeani?" diyerek. Gözlerim ve ağzım açıldı bir an. "G-Gerçekten mi?" Yalan mı söylüyordu? Kimse acıdım da geldim demez, öte yandan kimse de yanakları al al bir şekilde, elinde bohça ile kimseyi ağaç köşelerinden de izlemez. İçimde ufak bir umut yeşermeye başladı, suratım tekrar gülümser bir hale gelirken. Acaba cidden o da beni mi özlemişti? Birbirimize eşlik edelim dediğinde boş laflar etmiyor, kalbinden gerçekten geçenleri mi söylemişti? Bir an için o gün aniden kalkıp gittiğime pişman olmaya başladım diyebilirim. Belki de o gün biraz daha kalabilirdim yanında, sabaha kadar sohbet edebilirdik. Boş hayaller yerine daha somut düşüncelerle geçerdi belki son birkaç gün.
Uzattığı bohçaya baktım hala gülümser bir şekilde. Kek yapmış, bana mı yapmış? Yoksa yapmış bulunup, bana mı getirmiş? İki türlü de güzel olan düşünceler, fakat yakın zamanda tatlı sevmediğimi bir şekilde söylesem, iyi olacak. Ben, etçi adamım. Benim önüme atacaksın 2 kilo antrikotu, hüf. Yanına da közde patatesler, aman aman! Ama şimdilik kestaneli cevizli kek ile idare etmek zorundaydım. Ufak bir kahkaha attım kendi kendime, keki teslim alırken. "Sayenizde öğretmenden epey bir kestane yemek zorunda kaldım gerçi." Şöyle bir sınıfa doğru tekrar bakıp, ortalığı kolaçan ettim. Duyulmasın diye biraz daha yanaştım kıza. "Tabi sizin elinizden zehir olsa yerim, orası ayrı." Biraz daha gülümseyerek aldım keki. Şimdilik iyiyim gibi, bakalım ne zaman düşüncelere boğulurum, bu ani flörtözlük ne zaman sonlanır? Bilinmez, tadını çıkarmalıyım o yüzden.
"Aç mısınız?" diye merakla sordum. Burada sınıfın arkasında, ağaç köşesinde fısır fısır konuşacak değildik herhalde. Keki bırakıp gitmesini de istemiyorum. Kal benimle diyecek kadar da özgüvenli hissetmiyorum. Şöyle, seçim sunmadan koluna girebilsem, hadi eve gidiyoruz diyebilsem ne güzel olurdu halbuki... Fakat o gün bugün değil. "Teyzem mantı bırakmıştı. Dersten sonra ısıtıp yerim diye. Devriyeden çıkar çıkmaz derse soktukları için yemek yapmaya fırsat bulamadım." Kafamla evlere giden yollardan birini işaret edip davetkar bir şekilde bakarak, konuşmaya devam ettim. "Beraber yiyelim isterseniz, hem siz de benim evimi görmüş olursunuz, ne dersiniz?" Evin neresini göstereceksem. Bir tane sandalye var ortada, kapının hemen önünde dandik bir ikili koltuk. Zaten ortasından geçen kocaman ağaç her yeri kaplıyor. Bir de, soba var. Diğer oda da uyuduğum saçma sapan bir oda. Odadaki kıyafetleri toplamış mıydım? Salonda takılıp benim odaya girmezsek yerdeki donları görmez, ona dikkat edeyim gelirse. Aoi'nin yanıtını beklerken, kafamdan geçen düşünceler arasında laf lafı açtı. Bir noktadan sonra aklıma gelen bir şey ile kızı uyarma ihtiyacı hissettim.
"Fakat şimdiden uyarayım evin ortasından ağaç geçiyor. Örümcek düşmeye başladı ordan. Yuva yapmışlar sanırım."
"Asıl ben özür dilerim, sizi ürküttüm. Yine." Aoi'nin burada, yaşadığı yere öylesine uzak olan bizim ormanda belirmiş olması beni hem şaşırtmış hem düşündürmüştü. Elindeki bohça ve yüzündeki mahçup ifade... Acaba bir ağaç kovuğunun tekinde sarhoş bir halde uyuyup uyumadığımı kontrole mi gelmişti? Belki hala o gece sarhoş bir halde karşısına çıktığım için bana acıyordu. Bu düşünce, içimi sıkıştırdı. Onun gözünde zayıf ya da ona sorumluluk kilitleyen biri olmak istemiyordum. Ya da belki de, çiçekler hakkında ders almak için gelmişti. Bu ihtimali bana acıdığı için geldiği senaryoya tercih etsem de, yine de safi bir şekilde beni görme isteğiyle gelmemiş olacağı için o kadar da içimi rahatlatmamıştı. İstemsizce omuzlarımı düşürüp dinlemeye devam ettim.
Beni özlediğini söylemesiyle az önceki bütün düşüncelerim utanç içerisinde bir şok oldular, titreştiler adeta beynimin içinde, "Nasıl yeeani?" diyerek. Gözlerim ve ağzım açıldı bir an. "G-Gerçekten mi?" Yalan mı söylüyordu? Kimse acıdım da geldim demez, öte yandan kimse de yanakları al al bir şekilde, elinde bohça ile kimseyi ağaç köşelerinden de izlemez. İçimde ufak bir umut yeşermeye başladı, suratım tekrar gülümser bir hale gelirken. Acaba cidden o da beni mi özlemişti? Birbirimize eşlik edelim dediğinde boş laflar etmiyor, kalbinden gerçekten geçenleri mi söylemişti? Bir an için o gün aniden kalkıp gittiğime pişman olmaya başladım diyebilirim. Belki de o gün biraz daha kalabilirdim yanında, sabaha kadar sohbet edebilirdik. Boş hayaller yerine daha somut düşüncelerle geçerdi belki son birkaç gün.
Uzattığı bohçaya baktım hala gülümser bir şekilde. Kek yapmış, bana mı yapmış? Yoksa yapmış bulunup, bana mı getirmiş? İki türlü de güzel olan düşünceler, fakat yakın zamanda tatlı sevmediğimi bir şekilde söylesem, iyi olacak. Ben, etçi adamım. Benim önüme atacaksın 2 kilo antrikotu, hüf. Yanına da közde patatesler, aman aman! Ama şimdilik kestaneli cevizli kek ile idare etmek zorundaydım. Ufak bir kahkaha attım kendi kendime, keki teslim alırken. "Sayenizde öğretmenden epey bir kestane yemek zorunda kaldım gerçi." Şöyle bir sınıfa doğru tekrar bakıp, ortalığı kolaçan ettim. Duyulmasın diye biraz daha yanaştım kıza. "Tabi sizin elinizden zehir olsa yerim, orası ayrı." Biraz daha gülümseyerek aldım keki. Şimdilik iyiyim gibi, bakalım ne zaman düşüncelere boğulurum, bu ani flörtözlük ne zaman sonlanır? Bilinmez, tadını çıkarmalıyım o yüzden.
"Aç mısınız?" diye merakla sordum. Burada sınıfın arkasında, ağaç köşesinde fısır fısır konuşacak değildik herhalde. Keki bırakıp gitmesini de istemiyorum. Kal benimle diyecek kadar da özgüvenli hissetmiyorum. Şöyle, seçim sunmadan koluna girebilsem, hadi eve gidiyoruz diyebilsem ne güzel olurdu halbuki... Fakat o gün bugün değil. "Teyzem mantı bırakmıştı. Dersten sonra ısıtıp yerim diye. Devriyeden çıkar çıkmaz derse soktukları için yemek yapmaya fırsat bulamadım." Kafamla evlere giden yollardan birini işaret edip davetkar bir şekilde bakarak, konuşmaya devam ettim. "Beraber yiyelim isterseniz, hem siz de benim evimi görmüş olursunuz, ne dersiniz?" Evin neresini göstereceksem. Bir tane sandalye var ortada, kapının hemen önünde dandik bir ikili koltuk. Zaten ortasından geçen kocaman ağaç her yeri kaplıyor. Bir de, soba var. Diğer oda da uyuduğum saçma sapan bir oda. Odadaki kıyafetleri toplamış mıydım? Salonda takılıp benim odaya girmezsek yerdeki donları görmez, ona dikkat edeyim gelirse. Aoi'nin yanıtını beklerken, kafamdan geçen düşünceler arasında laf lafı açtı. Bir noktadan sonra aklıma gelen bir şey ile kızı uyarma ihtiyacı hissettim.
"Fakat şimdiden uyarayım evin ortasından ağaç geçiyor. Örümcek düşmeye başladı ordan. Yuva yapmışlar sanırım."
Kenta öğretmenden onun yüzünden kestane yemek zorunda kaldığını söyleyince anlamamış bakışlarını oğlana çevirdi. Kestane mi yemişlerdi? Yoksa kestane sevmediğini mi dile getirmek istemişti? Başka bir şey mi yapmalıydı? Panik içerisinde bir ona bir elindeki bohçaya bakarken kendisine doğru yaklaşıp elinden zehir olsa yiyeceğini söylemişti. Aoi utanarak bakışlarını kaçırdı. "Sizi asla zehirlemem." diye mırıldandı kendi kendine, Kenta keki eline alırken. Sonra hemen aç olup olmadığını sormuştu. Aoi ne diyeceğini bilemez şekilde bakakalmıştı yeniden. Yemeği yoksa aç olduğunu söylemek ayıp kaçardı, yemeğe davet edecekse de aç değilim demek ayıp kaçardı. Neyse ki Kenta devam etmişti. Teyzesinin mantı bıraktığını, yemeye de fırsat bulamadığı için onunla yer miydi diye teklif etmişti. Mantısı tek kişilik miydi acaba? Haber vermeden geldiği için onun hakkı olan yemeği yemek istemezdi ama bir yandan da bunu reddetmemek, onunla daha fazla vakit geçirmek istiyordu. Kenta evini göstermekten bahsedince daha cümlesinin bitmesini beklemeden "OLUR! GİDELİM!" diye yükseldi heyecanla. Sonra fazla atılgan davranmış olduğunu fark ederek sessizleşti. "Şey, evet çok isterim." Evin ortasından geçen ağaçtan örümcek döküldüğünü duyunca da gözleri kocaman açıldı. "Örümcek mi? Ben örümcekleri çok severim. Evimde iki tane uzun bacaklı kiler örümceği besliyorum hatta. İsimleri de Cimcime ve Kuku." Çok fazla ve çok saçma konuştuğunu fark ederek sustu. Kenta'nın peşinden fıtı fıtı ilerlemeye başladı.
Ormana girdiğinde ilk karşılaştığı ağaç evlerin olduğunu alana doğru ilerlemişlerdi. Aoi kocaman açılmış gözlerle hayran hayran yapıları inceliyordu. Bütün evler ağaç gövdelerinin ortasından geçiyordu. Tahtadan merdivenler, ağaç gövdesinin yuvarlağına uygun şekilde inşa edilmiş bir şekilde dönerek yükseliyordu. Evlerin kapıları da yay şeklindeydi. Çatıları yosunlar, mantarlar ve çeşitli yeşilliklerle dolmuştu. Toprağın nemli kokusuna karışmış ağaç kokuları bütün ciğerini dolduruyordu. Daha önce kendini hiç böyle büyüleyici bir yerde bulmamıştı. Adeta başka bir evrenden gelmiş gibi, kendi içinde minik bir yerleşim alanıydı. Sanki ormandaki perilerin ve büyüleyici diğer yaratıkların, insan gözlerinden büyüleri vasıtasıyla sakladıkları gizli köyleriydi burası. Aoi durup yaprakların rüzgardan çıkardığı sesleri, ağaç dallarındaki kuş cıvıltılarını, güneşin ağaçların arasından kesik kesik ulaşan parıltısının yarattığı ışık hüzmesini hayranlıkla izledi. Sonra Kenta'nın ona bir evi işaret ediyor olduğunu fark etti. Ağaç evlerin mimarisi birbirine benziyordu. Kenta'nın evi de bunlardan birisiydi. Ufacık bir evdi ancak hayatında gördüğü en şirin mimari olabilirdi bu.
Heyecanla merdivenlerinden çıktı ve Kenta'nın arkasından eve girmek için harekete geçti. Bir süre kapı girişinde durarak etrafı yokladı. Buna inanamıyordu. İlk kez klandan olmayan bir tanıdığının evine girecekti. Hayatında ilk kez birine misafir olmuştu. Yani, kendini zorla misafir etmişti ancak bunun bir önemi yoktu. Çekingen bir şekilde bir an duraksadıktan sonra evden içeri girdi. Gerçekten de ortasından kocaman bir ağaç kütüğü geçiyordu. Ağaç kütüğünün üzerinde telaşla gezmekte olan karıncalar vardı. Evdeki odun kokusu hayatı boyunca kokladığı en güzel kokuydu belki de. Minik camlardan içeriye biraz ışık sızıyordu. Yürüdükçe zemindeki gıcır gıcır sesler kulağına bir müzik gibi geliyordu. Kendi etrafında dört dönerek evi uzun uzun inceledikten sonra coşkuyla içindeki duyguları saklayamadı. "Ben hayatımın sonuna dek burada yaşamak istiyorum!" Bunu sesli söylediğini, kelimeler ağzından çıktıktan sonra fark etmişti. Utanarak hemen konuyu değiştirdi. "M-Mutfakta yardıma ihtiyacınız var mı?"
Ormana girdiğinde ilk karşılaştığı ağaç evlerin olduğunu alana doğru ilerlemişlerdi. Aoi kocaman açılmış gözlerle hayran hayran yapıları inceliyordu. Bütün evler ağaç gövdelerinin ortasından geçiyordu. Tahtadan merdivenler, ağaç gövdesinin yuvarlağına uygun şekilde inşa edilmiş bir şekilde dönerek yükseliyordu. Evlerin kapıları da yay şeklindeydi. Çatıları yosunlar, mantarlar ve çeşitli yeşilliklerle dolmuştu. Toprağın nemli kokusuna karışmış ağaç kokuları bütün ciğerini dolduruyordu. Daha önce kendini hiç böyle büyüleyici bir yerde bulmamıştı. Adeta başka bir evrenden gelmiş gibi, kendi içinde minik bir yerleşim alanıydı. Sanki ormandaki perilerin ve büyüleyici diğer yaratıkların, insan gözlerinden büyüleri vasıtasıyla sakladıkları gizli köyleriydi burası. Aoi durup yaprakların rüzgardan çıkardığı sesleri, ağaç dallarındaki kuş cıvıltılarını, güneşin ağaçların arasından kesik kesik ulaşan parıltısının yarattığı ışık hüzmesini hayranlıkla izledi. Sonra Kenta'nın ona bir evi işaret ediyor olduğunu fark etti. Ağaç evlerin mimarisi birbirine benziyordu. Kenta'nın evi de bunlardan birisiydi. Ufacık bir evdi ancak hayatında gördüğü en şirin mimari olabilirdi bu.
Heyecanla merdivenlerinden çıktı ve Kenta'nın arkasından eve girmek için harekete geçti. Bir süre kapı girişinde durarak etrafı yokladı. Buna inanamıyordu. İlk kez klandan olmayan bir tanıdığının evine girecekti. Hayatında ilk kez birine misafir olmuştu. Yani, kendini zorla misafir etmişti ancak bunun bir önemi yoktu. Çekingen bir şekilde bir an duraksadıktan sonra evden içeri girdi. Gerçekten de ortasından kocaman bir ağaç kütüğü geçiyordu. Ağaç kütüğünün üzerinde telaşla gezmekte olan karıncalar vardı. Evdeki odun kokusu hayatı boyunca kokladığı en güzel kokuydu belki de. Minik camlardan içeriye biraz ışık sızıyordu. Yürüdükçe zemindeki gıcır gıcır sesler kulağına bir müzik gibi geliyordu. Kendi etrafında dört dönerek evi uzun uzun inceledikten sonra coşkuyla içindeki duyguları saklayamadı. "Ben hayatımın sonuna dek burada yaşamak istiyorum!" Bunu sesli söylediğini, kelimeler ağzından çıktıktan sonra fark etmişti. Utanarak hemen konuyu değiştirdi. "M-Mutfakta yardıma ihtiyacınız var mı?"

► Show Spoiler
"Tamam da, neden?" diye sordum gülümseyerek örümcekleri çok sevdiğini söylediğinde. Evde örümcek besliyormuş. Ormanda bu kadar uzun süre yaşayınca bu yaratıklara sevginiz kalmıyor, bilimum börtü böcekle karşılıklı bir çıkar ilişkisine giriyorsunuz. Ben şahsen zırt pırt yemeğime düştükleri için pek hoşlanmıyorum mesela. Masamın yerini de değiştirmek istemiyorum çünkü tam ağacın etrafını saran bir masa yapmıştım oraya. Ben niye gideyim? Örümcekler gitsin. Anlam veremeyen bir sırıtışla sorguladım birkaç saniye. Ardından, örümceklerinin ismini söylemesiyle "A-Anlıyorum..." dedim. Kızın hafif bi kafa kırıklığının da olduğunu gördüğüme göre benim artık hiçbir şeyi inkar etmeme gerek yok. Ben bu kızı, alırım kardeşim.
Önden yolu göstererek götürdüm kızı benim eve. Yolda bazı garip bakışları görmezden gelmem ve kıza çaktırmamam gerekti. Açıkçası beni ilk defa bir kızla, düzelteyim, güzel bir kızla gördükleri için mi bön bön bakıyorlar, yoksa Aoi bir Yureikumo kızı olduğunu aşırı belli ettiği için mi dikizliyorlardı emin değilim. Bazı kayalardan atladık, birkaç ağaçtan sıçradık ve benim evin merdivenlerine ulaştık. Bu, bana ayrılan bir ağacın etrafına inşa edilmiş kerpiç, yuvarlak bir evdi. Ahşaptan ev yapmıyoruz biz, genelde kerpiç hem daha kullanışlı oluyor, hem de içinde yaşayacağız diye ağaç kesmek bizim racona pek uymuyor. Sadece ufak tefek detaylarda ölen ağaçların parçalarını kullanıyoruz, kapı pervazı, merdiven basamakları gibi. "Üçüncü basamağa dikkat, sallanıyor." diye uyardım önünden çıkmaya devam ederken. "Sekizinci basamak da yerinde olmayabilir. Yan komşu itlik olsun diye bazen çalıyor." Uzun ama yorucu olmayan bir merdiven çıkma seansı sonrasında yüksek yaprakların arasındaki küçük ve mütevazi evime vardık.
"Dağınıklık için özür! Dilerim!" Kapıyı açmamla ayağıma düşen bir çöp torbasını tekmeleyerek uzaklaştırmam gerekti. Sabah devriyeye geç kalınca çıkarmayı unutmuşum, kalmış böyle. Su salmış mı diye kontrol ettikten sonra kızı hepten içeri davet ettim. Kız pervazda durarak uzun uzun baktı şöyle bir. Kaçmak için bahane aradı muhtemelen de, bulamadı mı nedir. Hiçbir şey söylemeden izledi sadece. Sonra pişman bir adımla içeri girdi. Ben mi bir işim çıktı diye bahane uydursam da kızın kaçmasına olanak versem? Ev çok kötü kokuyor kesin. Yerdeki parkeleri de bir türlü tamir ettiremedim, gıcır gıcır ediyor bastıkça, lanet. Bir süre sonra kız fırıldak olup kendi etrafında dönerek "BEN KAÇIP GİTMEK İSTİYORUM!" diye bağırdı. Kafamı şöyle bir salladığımda kelimeleri gerçek anlamlarını buldu. Burada... Ben bile yaşamak istemiyorum? Ama Aoi'nin burada benimle ömrümün sonuna kadar yaşadığını hayal etmek, o kadar tatlı ki!
Devamında ne sorduğunu duymadan hızlı bir adım atarak önüne geçtim kızın. O sırada, suratıma düşen bir örümcek ile ufak bir muharebe yaşamam gerekti. Ağzımı hüf püf yaparak, elimi kolumu sallayarak yaradanına ulaştırdım mahlukatı e ellerimi kızın omuzlarına koydum. Heyecanlı bir şekilde "O ZAMAN GECEYİ BURADA GEÇİRİN!" diye çığırdım. Birkaç saniye bakıştık. Arkadan duvardaki saatin tıkırtısı ve cırcır böceği sesleri geliyordu. Şerefsizler, kesin yine dolabıma girmişti. Saat daha öğlen ikiydi ve ben, bu saatte, evime soktuğum bir kıza geceyi burada geçirmesini teklif ediyordum. Harika. "Yani..." diye boğazımı temizleyerek devam ettim. "Yani yemekten sonra ormanı gezdiririm size. Epey büyük olduğu için akşam olur. O saatte de evinize gitmezsiniz." Diye toparlamaya çalıştım lafı. "Tabi istemezseniz ben sizi her türlü bırakırım."
Önden yolu göstererek götürdüm kızı benim eve. Yolda bazı garip bakışları görmezden gelmem ve kıza çaktırmamam gerekti. Açıkçası beni ilk defa bir kızla, düzelteyim, güzel bir kızla gördükleri için mi bön bön bakıyorlar, yoksa Aoi bir Yureikumo kızı olduğunu aşırı belli ettiği için mi dikizliyorlardı emin değilim. Bazı kayalardan atladık, birkaç ağaçtan sıçradık ve benim evin merdivenlerine ulaştık. Bu, bana ayrılan bir ağacın etrafına inşa edilmiş kerpiç, yuvarlak bir evdi. Ahşaptan ev yapmıyoruz biz, genelde kerpiç hem daha kullanışlı oluyor, hem de içinde yaşayacağız diye ağaç kesmek bizim racona pek uymuyor. Sadece ufak tefek detaylarda ölen ağaçların parçalarını kullanıyoruz, kapı pervazı, merdiven basamakları gibi. "Üçüncü basamağa dikkat, sallanıyor." diye uyardım önünden çıkmaya devam ederken. "Sekizinci basamak da yerinde olmayabilir. Yan komşu itlik olsun diye bazen çalıyor." Uzun ama yorucu olmayan bir merdiven çıkma seansı sonrasında yüksek yaprakların arasındaki küçük ve mütevazi evime vardık.
"Dağınıklık için özür! Dilerim!" Kapıyı açmamla ayağıma düşen bir çöp torbasını tekmeleyerek uzaklaştırmam gerekti. Sabah devriyeye geç kalınca çıkarmayı unutmuşum, kalmış böyle. Su salmış mı diye kontrol ettikten sonra kızı hepten içeri davet ettim. Kız pervazda durarak uzun uzun baktı şöyle bir. Kaçmak için bahane aradı muhtemelen de, bulamadı mı nedir. Hiçbir şey söylemeden izledi sadece. Sonra pişman bir adımla içeri girdi. Ben mi bir işim çıktı diye bahane uydursam da kızın kaçmasına olanak versem? Ev çok kötü kokuyor kesin. Yerdeki parkeleri de bir türlü tamir ettiremedim, gıcır gıcır ediyor bastıkça, lanet. Bir süre sonra kız fırıldak olup kendi etrafında dönerek "BEN KAÇIP GİTMEK İSTİYORUM!" diye bağırdı. Kafamı şöyle bir salladığımda kelimeleri gerçek anlamlarını buldu. Burada... Ben bile yaşamak istemiyorum? Ama Aoi'nin burada benimle ömrümün sonuna kadar yaşadığını hayal etmek, o kadar tatlı ki!
Devamında ne sorduğunu duymadan hızlı bir adım atarak önüne geçtim kızın. O sırada, suratıma düşen bir örümcek ile ufak bir muharebe yaşamam gerekti. Ağzımı hüf püf yaparak, elimi kolumu sallayarak yaradanına ulaştırdım mahlukatı e ellerimi kızın omuzlarına koydum. Heyecanlı bir şekilde "O ZAMAN GECEYİ BURADA GEÇİRİN!" diye çığırdım. Birkaç saniye bakıştık. Arkadan duvardaki saatin tıkırtısı ve cırcır böceği sesleri geliyordu. Şerefsizler, kesin yine dolabıma girmişti. Saat daha öğlen ikiydi ve ben, bu saatte, evime soktuğum bir kıza geceyi burada geçirmesini teklif ediyordum. Harika. "Yani..." diye boğazımı temizleyerek devam ettim. "Yani yemekten sonra ormanı gezdiririm size. Epey büyük olduğu için akşam olur. O saatte de evinize gitmezsiniz." Diye toparlamaya çalıştım lafı. "Tabi istemezseniz ben sizi her türlü bırakırım."
Hızla ona doğru yaklaşmıştı Kenta. O esnada da yüzüne düşen minik örümceği puf yaparak havaya uçurmuştu. Aoi örümceğin havada taklalar atarak uçuşa geçişini izledi. Neyse ki örümcekler yüksek yerlerden düşerek darbe almıyorlardı. Kemikleri yoktu. Kenta heyecanla ellerini omuzlarına koymuş ve geceyi burada geçirmesini teklif etmişti. Aoi bir anda heyecanlandı. Kalbi pır pır atmaya başladı yeniden. "OLUR MU?" Kendini bir anda gece karanlığında bu ormanda hayal etti. Sessiz mi oluyordu? Kurtlar uluyor muydu? Ayı veya tilki sesleri oluyor muydu? Gececil böcekler üzerlerine çıkıyor muydu? Baykuş oluyor muydu peki? Kendini bir ağaç kovuğunda, üzerinde tarantulalar, yılanlar ve çeşitli çıyanlarla uyurken hayal etti. Ağacın kokusunu içine çekerken akşam serinliğinde esen rüzgar yüzünü yalayıp geçiyordu. Tıpkı yaz akşamları balkonda ya da avluda çimlere uzanıp uyuması gibi... Büyüleyici bir deneyim olurdu gerçekten de. Sonra görüntü değişti. Kendini bu kutu gibi küçücük evde, ağaç kokusu ve gıcırdayan parkede, zeminde yatarken hayal etti. Yanında kolunu yastık olarak kullandığı Kenta vardı. Kendini onun göğsüne yaslamış, hayatında hiç tatmadığı kadar huzurlu bir uykunun kollarına atılmıştı. Kenta'nın teninin kokusu, ağaç kokusuna karışıyordu. Örümcekler üzerlerinde dolaşıyor, üstlerine çektikleri battaniyeyi köprü gibi kullanıp geçiyorlardı.
Bu hayalin etkisiyle bir anda yüzünü alev alev ateş bastı. Sanki Katon üflemişti suratına arsızın biri. Kenta'nın yüzüne eblek eblek baktığını fark etti. Zihni ahlaksız düşünceler ve hayallerle meşgulken çocuk masum masum şeyler soruyordu ona. Kendinden utanç duydu. Kenta yemekten sonra ona ormanı gezdirmeyi teklif etmişti. Bu olduğunda da saat çok geç olacağı için dönmektense geceyi burada geçirebilirdi. "İsterim! Yani şey... Size zahmet olmayacaksa..." diye yükseldi yeniden heyecanlanarak. "Ormanın gece manzarasını çok merak ettim. Sabahları böyle büyüleyiciyse kim bilir geceleri nasıl gizemli ve çekicidir. Ne kadar şanslısınız! Ben de burada yaşamak isterdim. Ağaçların arasında, doğayla iç içe, tüm ailem ve sevdiklerimle-" Aynı konuyu yeniden gündeme getirdiğini fark edince duraksadı yeniden. Utanmasa evlenme teklifi edecekti çocuğa. Evine girer girmez burada yaşamak istediğini söylemişti. Hem de bunu kendini zorla misafir ettirdikten sonra yapmıştı. Kenta onun tam bir baş belası olduğunu düşünmese iyiydi. Gerçi... gece kalması için ilk teklif eden oydu. Hem de epey istekli görünüyordu bu konuda.
Neşesine yeniden kavuşarak kocaman gülümsedi. "O-O zaman yiyelim. Hikayelerinizi merak ediyorum. Burada doğup yaşamak nasıl bir şeydi? Hayashi Klanı'nın insanları nasıl insanlardır? Ağaçlara tırmanıyor musunuz? Onlarla dostluk gibi bir bağınız mı var? Kağıt ve mobilya yapımı için onları kesiyor olmaları sizi üzüyor olmalı. Bu gidişle ağaçların neslini tüketecekler ama onlar bize hayat veriyorlar bir nevi. Farklı ağaç türlerini ayırt edebiliyor musunuz? Ağaçların canı acıyor mu? Üzerlerindeki böcekler onları gıdıklıyor mu? Konuşuyorlar mı? Bana burayı bulmam için ağaçlara sorun demiştiniz ama sordum ve cevap alamadım. Çok suskundular." Taramalı tüfek gibi art arda heyecanla bir şeyler söyledikten sonra durdu. "Sizin hakkınızda her şeyi bilmek istiyorum kısacası. Bir de şey, az önce sordum ama mutfakta yardıma ihtiyaç var mı?"
Bu hayalin etkisiyle bir anda yüzünü alev alev ateş bastı. Sanki Katon üflemişti suratına arsızın biri. Kenta'nın yüzüne eblek eblek baktığını fark etti. Zihni ahlaksız düşünceler ve hayallerle meşgulken çocuk masum masum şeyler soruyordu ona. Kendinden utanç duydu. Kenta yemekten sonra ona ormanı gezdirmeyi teklif etmişti. Bu olduğunda da saat çok geç olacağı için dönmektense geceyi burada geçirebilirdi. "İsterim! Yani şey... Size zahmet olmayacaksa..." diye yükseldi yeniden heyecanlanarak. "Ormanın gece manzarasını çok merak ettim. Sabahları böyle büyüleyiciyse kim bilir geceleri nasıl gizemli ve çekicidir. Ne kadar şanslısınız! Ben de burada yaşamak isterdim. Ağaçların arasında, doğayla iç içe, tüm ailem ve sevdiklerimle-" Aynı konuyu yeniden gündeme getirdiğini fark edince duraksadı yeniden. Utanmasa evlenme teklifi edecekti çocuğa. Evine girer girmez burada yaşamak istediğini söylemişti. Hem de bunu kendini zorla misafir ettirdikten sonra yapmıştı. Kenta onun tam bir baş belası olduğunu düşünmese iyiydi. Gerçi... gece kalması için ilk teklif eden oydu. Hem de epey istekli görünüyordu bu konuda.
Neşesine yeniden kavuşarak kocaman gülümsedi. "O-O zaman yiyelim. Hikayelerinizi merak ediyorum. Burada doğup yaşamak nasıl bir şeydi? Hayashi Klanı'nın insanları nasıl insanlardır? Ağaçlara tırmanıyor musunuz? Onlarla dostluk gibi bir bağınız mı var? Kağıt ve mobilya yapımı için onları kesiyor olmaları sizi üzüyor olmalı. Bu gidişle ağaçların neslini tüketecekler ama onlar bize hayat veriyorlar bir nevi. Farklı ağaç türlerini ayırt edebiliyor musunuz? Ağaçların canı acıyor mu? Üzerlerindeki böcekler onları gıdıklıyor mu? Konuşuyorlar mı? Bana burayı bulmam için ağaçlara sorun demiştiniz ama sordum ve cevap alamadım. Çok suskundular." Taramalı tüfek gibi art arda heyecanla bir şeyler söyledikten sonra durdu. "Sizin hakkınızda her şeyi bilmek istiyorum kısacası. Bir de şey, az önce sordum ama mutfakta yardıma ihtiyaç var mı?"

► Show Spoiler
Aoi kalma teklifime ışık hızında cevap verip beni şaşırtmıştı. Artık ara ara duraksamaları nedense bende farklı düşünceler oluşturmuyor, kızın, belki de gerçekten burada olmak istediğine dair inancımı perçinliyordu. Şaşkın ama memnun bir şekilde bıdı bıdı konuşmasını dinlemeye koyuldum ara vermeden. Nasıl güzel heyecanlanıyordu, nasıl da ipi kaçırmaya başladığını fark edip utanarak yakalamaya çalışıyor ve gerisin geri tekrar kaybediyordu. Keşke hiç durmasa, ona durmak zorunda hissetmeyeceği bir güven alanı oluşturabilsem, hep böyle etrafımda neşeyle konuşsa dursa, ah...
İmalı imalı bakarak tüm sorularını bitirmesini bekledim. Bitirdiğinde ise hemen konuşmaya başlamak yerine bir iki saniye bekletip, motorunun soğumasına izin verdim. Kahkaha atmaya başladım sonra tutamayıp. "Önce biraz nefes alın lütfen." diyerek elimle mutfağın oval, ahşap kapısını gösterdim gözlerimdeki yaşı silerken. Üzerinde sarımsaklar kurutulmuş kırmızı biberler asılıydı. Bir de bir demet biberiye asılıydı ama yakında onu kaldırıp başka bir yere koysam iyi olacaktı. Kapının önüne dökülmüştü hep. "Tamam, mutfakta bir yandan yemeği hallederken ben de sorularınıza cevap vereyim o zaman." dedikten sonra mutfağa geçtik.
Bir tencereye musluktan su doldurup ocağın üstüne koydum. Tencerenin üstüne de bambu bir kap yerleştirdikten sonra dolaba yönelip mantıları çıkardım. Teker teker yerleştirmeye başladım kabın içerisine. "Çay isterseniz rafta tonla bir şeyler var. Demlik ikinci rafta, bardaklar da onun altında. Dolabı açınca göreceksiniz." diyip, mutfak tezgahına sırtımı yasladım. "Yürümeye başlamadan önce ağaçlara tırmanmayı öğreniyor olabiliriz. Dostluk denir mi bilemem ama derin bir... 'Sevgi' bağı diyebiliriz. Kağıt ve mobilya için kesince üzülmüyoruz, çünkü kesmiyoruz. Ölmekte olan ağaç varsa iyileştirmeye çalışıyor, iyileştiremiyorsak hastalığı yaymaması için ancak o zaman kesip değerlendiriyoruz. Size her bir ağaç türünü sayabilirim ama bu konuda dört ağaç ötede oturan küçük kuzenim iki milisaniye kadar daha yetenekli. Canları bence kesin acıyor, acımıyorsa bile doğaya zarar geldiğini görmek bizi çok mutsuz ediyor. Umarım gıdıklanıyorlardır çünkü bu bayağı komik olurdu. Aslında, bunu anlamak için bir teknik geliştirmeyi denemeliyim bir gün, evet..." Susup derin bir nefes aldım. Bu kız nasıl böyle aralıksız konuşabiliyor yahu? Daldan dala atlarken bu kadar nefessiz kalmıyorum. "Huf!" diye nefesimi toparlayıp bir sonraki cevabımı düşünmeye başladım.
Ciddi ciddi gidip ağaçlarla konuşmuş. Kafamda bir çınarın önünde durup yanaklarını şişire şişire, cevap vermiyor diye ağaca trip atan bir Aoi düşününce kıkırdamaya başladım. Mevzu aptalca falan gelmiyor kesinlikle, aksine lafımı kaale alıp ağaçlar hakkında hiçbir bilgisi yokken bunu denemeye kalkışması çok güzel hissettirdi bana. "Ben ufakken annem beni kucağına alıp babamı ormanda aramaya çıkardı." diye tekrar konuşmaya başladım. Bir yandan bir elimi kaldırıp tırnaklarımla uğraşıyor, diğer yandan da ara ara yerdeki parkelere kayıyordu gözüm. "Geçerdi bazı ağaçların önüne, 'Kaneda, Kaneda diyorum!' diye azarlardı. 'Bulaşıkları yıkamamışsın yine!' Sonra ağaç ona bir cevap vermezdi. Aslında hiçbir ağaç vermezdi ama o şansını birkaç ağaçta bir denerdi. En sonunda ne olurdu bilmiyorum ama 'Heh!' diye aydınlanırdı birden. Koşturmaya başlar, babamı eliyle koyduğu gibi bir ağaç kovuğunda bulurdu." Kafamı kıza çevirip gülümseyerek ona baktım. "Annem bir Hayashi değildi ama ağaçları kullanarak babamı kullanmayı öğrenmişti. Belki siz de ilerde çözersiniz." diyip, gülümseyerek kızı izlemeye devam ettim.
Arkamdaki tencerenin, üzerindeki kabı çılgınlar gibi tıngırdatmaya başlamasıyla arkamı aniden dönüp ocağı kapattım. Ellerimi çırparak, "Eveeet, bu hazır bence." yapıp, konuyu dağıttım. Kahverengi derin bir tabak ile mavi renkli düz bir tabak çıkardım raflardan. "Tabaklar biraz uyumsuz ama her şey tek tek bende maalesef." diyip doldurduğum mavi tabağı kıza uzattım. "Bazen direkt tencereden yiyorum bulaşık çıkmasın diye. Medeniyet buralara pek uğramadı anlayacağınız." Kendi tabağımı da alıp içeri, ağaç gövdesindeki masaya geçip, yemeye başladık.
Yemeğe gömüldüğümüz sessiz bir anda düşüncelere dalmaya başladım. Aoi, burada kalacaktı. Ona kıyafet hazırlasam iyi olacaktı. Bir an benim kazaklarımdan birini giydiğini, çok bol geldiği için dizlerine kadar uzandığını, kollarından sarktığını hayal ettim. Altındaki eşofmanının da paçalarını kıvırıyordu uzun geldiği için. Kafamdaki tatlı görüntü lokmalarımı daha gülümser bir şekilde atmaya başlamama sebep oldu. Sonra, uzun eşofman gitti. Sadece kazakla kaldı birkaç saniye kız. Utangaç utangaç bakıp kazağı daha da aşağı çekiştiriyordu "K-Kenta..." diyerek. Bu görüntüyü zihnimden anında savuşturmaya çalışırken boğazıma kaçan bir kıyma öksürtmeye başladı beni. Yumruklarımla boğazıma, göğsüme vurmaya başladım. İnsan yemek yerken azar mı ya, terbiyesiz herif! "İyiyim, iyi!" diyerek, yemeye devam ettik.
Çok geçmeden tekrar hayallere daldım. Bu sefer görüntü ormandaydı, benim saklı köşemde. Çimenlere sırt üstü uzanmıştık ve yıldızları izliyorduk. Aoi'nin kafası göğsümdeydi, kolum ise boynunun altında. Elimle saçını hafif hafif okşuyorum, saç telleri teker teker parmaklarımdan düşüyor, bir daha yakalıyorum. Bir noktadan sonra Aoi'ye doğru dönüyorum. Boştaki elim çenesinden tutup kafasını kaldırıyor. Dudaklarına eğilip...
Tekrar bir öksürük krizi ile kendimi daha sert dövmeye başladım. Bir yandan kız paniklemesin diye "P-Polen mevsimi de..." yapıyor, diğer yandan suratımdaki yangının dinmesini, sakinleşmeyi bekliyordum. Bir noktadan sonra geçti öksürük krizi, "Evet, tamam, sakinim." yaptım kıza doğru. Son lokmalarımızı da bitirdikten sonra bulaşıkları toparlayıp tekrar boşta kaldık.
"Gece de ormanda kalacaksak eğer üzerinize kalın bir hırka da alalım. Gece serin oluyor." diyerek konuşmaya başladım tekrardan. "Sizi benim gizli yerlerimden birine götüreceğim. Tabi gizli olduğu için ateş yakmak istemiyorum. Burada gece vakti ateş yakmak, on saniye sonra sarhoş yirmi Hayashi'nin o ateş başında ellerinde şarap şişeleriyle dans etmeye başlaması demek oluyor da." diyip sırıttım. "Onu da yaparız bir ara ama daha herkesin bildiği bir yerde. Fakat uyarayım, benim mekana gitmek biraz çetrefilli bir iştir. Hatta size bir sır vereyim." Kıza iyice yaklaşıp etrafımı kontrol ettim sanki birileri olacakmış gibi. Kulağına eğilip kısık sesle konuşmaya başladm. "Bir kere benim beşinci göbekten kuzenin sol bacağını bir ayı yedi ve Hokage geçmiş olsun ziyaretine geldi. Bizim uzak akrabalar biraz daha yabani olduğu için benim gizli mekandan atlamak gerekiyordu. Kaydı, düştü Shigure Bey." Kafamı geri çekip "Yaa, cidden oldu bu." dercesine yukarı aşağı salladım. "Herkes görmezden geldi ve konusu asla açılmadı. Siz de kimseye anlatmayın aman diyim."
İmalı imalı bakarak tüm sorularını bitirmesini bekledim. Bitirdiğinde ise hemen konuşmaya başlamak yerine bir iki saniye bekletip, motorunun soğumasına izin verdim. Kahkaha atmaya başladım sonra tutamayıp. "Önce biraz nefes alın lütfen." diyerek elimle mutfağın oval, ahşap kapısını gösterdim gözlerimdeki yaşı silerken. Üzerinde sarımsaklar kurutulmuş kırmızı biberler asılıydı. Bir de bir demet biberiye asılıydı ama yakında onu kaldırıp başka bir yere koysam iyi olacaktı. Kapının önüne dökülmüştü hep. "Tamam, mutfakta bir yandan yemeği hallederken ben de sorularınıza cevap vereyim o zaman." dedikten sonra mutfağa geçtik.
Bir tencereye musluktan su doldurup ocağın üstüne koydum. Tencerenin üstüne de bambu bir kap yerleştirdikten sonra dolaba yönelip mantıları çıkardım. Teker teker yerleştirmeye başladım kabın içerisine. "Çay isterseniz rafta tonla bir şeyler var. Demlik ikinci rafta, bardaklar da onun altında. Dolabı açınca göreceksiniz." diyip, mutfak tezgahına sırtımı yasladım. "Yürümeye başlamadan önce ağaçlara tırmanmayı öğreniyor olabiliriz. Dostluk denir mi bilemem ama derin bir... 'Sevgi' bağı diyebiliriz. Kağıt ve mobilya için kesince üzülmüyoruz, çünkü kesmiyoruz. Ölmekte olan ağaç varsa iyileştirmeye çalışıyor, iyileştiremiyorsak hastalığı yaymaması için ancak o zaman kesip değerlendiriyoruz. Size her bir ağaç türünü sayabilirim ama bu konuda dört ağaç ötede oturan küçük kuzenim iki milisaniye kadar daha yetenekli. Canları bence kesin acıyor, acımıyorsa bile doğaya zarar geldiğini görmek bizi çok mutsuz ediyor. Umarım gıdıklanıyorlardır çünkü bu bayağı komik olurdu. Aslında, bunu anlamak için bir teknik geliştirmeyi denemeliyim bir gün, evet..." Susup derin bir nefes aldım. Bu kız nasıl böyle aralıksız konuşabiliyor yahu? Daldan dala atlarken bu kadar nefessiz kalmıyorum. "Huf!" diye nefesimi toparlayıp bir sonraki cevabımı düşünmeye başladım.
Ciddi ciddi gidip ağaçlarla konuşmuş. Kafamda bir çınarın önünde durup yanaklarını şişire şişire, cevap vermiyor diye ağaca trip atan bir Aoi düşününce kıkırdamaya başladım. Mevzu aptalca falan gelmiyor kesinlikle, aksine lafımı kaale alıp ağaçlar hakkında hiçbir bilgisi yokken bunu denemeye kalkışması çok güzel hissettirdi bana. "Ben ufakken annem beni kucağına alıp babamı ormanda aramaya çıkardı." diye tekrar konuşmaya başladım. Bir yandan bir elimi kaldırıp tırnaklarımla uğraşıyor, diğer yandan da ara ara yerdeki parkelere kayıyordu gözüm. "Geçerdi bazı ağaçların önüne, 'Kaneda, Kaneda diyorum!' diye azarlardı. 'Bulaşıkları yıkamamışsın yine!' Sonra ağaç ona bir cevap vermezdi. Aslında hiçbir ağaç vermezdi ama o şansını birkaç ağaçta bir denerdi. En sonunda ne olurdu bilmiyorum ama 'Heh!' diye aydınlanırdı birden. Koşturmaya başlar, babamı eliyle koyduğu gibi bir ağaç kovuğunda bulurdu." Kafamı kıza çevirip gülümseyerek ona baktım. "Annem bir Hayashi değildi ama ağaçları kullanarak babamı kullanmayı öğrenmişti. Belki siz de ilerde çözersiniz." diyip, gülümseyerek kızı izlemeye devam ettim.
Arkamdaki tencerenin, üzerindeki kabı çılgınlar gibi tıngırdatmaya başlamasıyla arkamı aniden dönüp ocağı kapattım. Ellerimi çırparak, "Eveeet, bu hazır bence." yapıp, konuyu dağıttım. Kahverengi derin bir tabak ile mavi renkli düz bir tabak çıkardım raflardan. "Tabaklar biraz uyumsuz ama her şey tek tek bende maalesef." diyip doldurduğum mavi tabağı kıza uzattım. "Bazen direkt tencereden yiyorum bulaşık çıkmasın diye. Medeniyet buralara pek uğramadı anlayacağınız." Kendi tabağımı da alıp içeri, ağaç gövdesindeki masaya geçip, yemeye başladık.
Yemeğe gömüldüğümüz sessiz bir anda düşüncelere dalmaya başladım. Aoi, burada kalacaktı. Ona kıyafet hazırlasam iyi olacaktı. Bir an benim kazaklarımdan birini giydiğini, çok bol geldiği için dizlerine kadar uzandığını, kollarından sarktığını hayal ettim. Altındaki eşofmanının da paçalarını kıvırıyordu uzun geldiği için. Kafamdaki tatlı görüntü lokmalarımı daha gülümser bir şekilde atmaya başlamama sebep oldu. Sonra, uzun eşofman gitti. Sadece kazakla kaldı birkaç saniye kız. Utangaç utangaç bakıp kazağı daha da aşağı çekiştiriyordu "K-Kenta..." diyerek. Bu görüntüyü zihnimden anında savuşturmaya çalışırken boğazıma kaçan bir kıyma öksürtmeye başladı beni. Yumruklarımla boğazıma, göğsüme vurmaya başladım. İnsan yemek yerken azar mı ya, terbiyesiz herif! "İyiyim, iyi!" diyerek, yemeye devam ettik.
Çok geçmeden tekrar hayallere daldım. Bu sefer görüntü ormandaydı, benim saklı köşemde. Çimenlere sırt üstü uzanmıştık ve yıldızları izliyorduk. Aoi'nin kafası göğsümdeydi, kolum ise boynunun altında. Elimle saçını hafif hafif okşuyorum, saç telleri teker teker parmaklarımdan düşüyor, bir daha yakalıyorum. Bir noktadan sonra Aoi'ye doğru dönüyorum. Boştaki elim çenesinden tutup kafasını kaldırıyor. Dudaklarına eğilip...
Tekrar bir öksürük krizi ile kendimi daha sert dövmeye başladım. Bir yandan kız paniklemesin diye "P-Polen mevsimi de..." yapıyor, diğer yandan suratımdaki yangının dinmesini, sakinleşmeyi bekliyordum. Bir noktadan sonra geçti öksürük krizi, "Evet, tamam, sakinim." yaptım kıza doğru. Son lokmalarımızı da bitirdikten sonra bulaşıkları toparlayıp tekrar boşta kaldık.
"Gece de ormanda kalacaksak eğer üzerinize kalın bir hırka da alalım. Gece serin oluyor." diyerek konuşmaya başladım tekrardan. "Sizi benim gizli yerlerimden birine götüreceğim. Tabi gizli olduğu için ateş yakmak istemiyorum. Burada gece vakti ateş yakmak, on saniye sonra sarhoş yirmi Hayashi'nin o ateş başında ellerinde şarap şişeleriyle dans etmeye başlaması demek oluyor da." diyip sırıttım. "Onu da yaparız bir ara ama daha herkesin bildiği bir yerde. Fakat uyarayım, benim mekana gitmek biraz çetrefilli bir iştir. Hatta size bir sır vereyim." Kıza iyice yaklaşıp etrafımı kontrol ettim sanki birileri olacakmış gibi. Kulağına eğilip kısık sesle konuşmaya başladm. "Bir kere benim beşinci göbekten kuzenin sol bacağını bir ayı yedi ve Hokage geçmiş olsun ziyaretine geldi. Bizim uzak akrabalar biraz daha yabani olduğu için benim gizli mekandan atlamak gerekiyordu. Kaydı, düştü Shigure Bey." Kafamı geri çekip "Yaa, cidden oldu bu." dercesine yukarı aşağı salladım. "Herkes görmezden geldi ve konusu asla açılmadı. Siz de kimseye anlatmayın aman diyim."
Kenta'nın kahkaha atması üzerine iyice kızardı, ezildi, büzüldü. Şu gevezeliğine bir çare bulması lazımdı gerçekten. Herhalde pek konuşacak kimsesi yok diye oluyordu bu. Bir anda ayarları bozuluyordu birisini bulunca. Kenta mutfağın kapısını işaret ederek yemeği hazırlarken sohbet edebileceklerini belirtince onun peşinden girdi. Mutfağının kapısı bile inanılmaz havalıydı. Biberler ve sarımsaklar asmıştı. Bunları kullanıyor muydu yoksa kötü varlıklardan korunmak için mi asmıştı diye merak etti ilgili gözlerle incelerken. Kenta ona çayın nerede olduğunu tarif edince dolapları açıp demliği ve bardakları çıkardı. Çaya gelince ise... Aoi elini çeşitli bitkilerin arasında gezdirdi durdu. Bunların büyük bir kısmının ne olduğunu bile bilmiyordu. Ne yapacağını bilemeyerek içinden ooo piti piti yoluyla rastgele bir tanesini seçti. O esnada da Kenta'yı dinliyordu. Gerçekten de sorduğu her şeyi aklında tutmuş, tek tek cevap vermişti. Ölmekle olan ağaçları iyileştirmeye çalışmaları ve onları son çare olarak kesiyor olmaları ilginç gelmişti ona. Ağaçların gıdıklanıyor olduklarını umması üzerine hafifçe kıkırdadı.
Konuşma hızı Aoi ile yarışamayınca soluk soluğa kalmıştı. Biraz nefeslenip devam etti anlatmaya. Küçükken annesinin onu alıp ormanda babasını aramaya çıktıklarını söyleyince elindeki işi bırakıp gözlerini Kenta'ya çevirdi. Annesinin ağaçlarla konuşarak babasını bulduğunu, hem de bunu bir Hayashi olmadan yaptığını söylemişti. Aoi'nin şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışları büyüdü. "Anneniz muazzam bir insanmış." Annesinin neden bunu yapıyor olduğunu anlamamıştı gerçi. Babası neden ağaç kovuklarındaydı ki? Annesine bir çeşit şaka mı yapıyordu? Annesi ve babası şimdi neredeydiler? Onlarla da tanışacak mıydı? Zihninde bu meseleyle ilgili bir sürü soru belirmişti ancak içindeki bir ses onu bunları sormaması konusunda uyarmıştı. Bu yüzden Aoi yutkunarak tüm bu soruları yutmaya karar verdi. Nedense bunun hassas bir mesele olduğunu hissediyor, evde konuştukları ölüm mevzusu aklına geliyordu.
O esnada yemek hazır olmuştu. Kenta dolaptan iki ayrı tabak çıkararak uyumlu tabağı olmadığını, hatta bazen tencereden yediğini itiraf etmişti. Aoi kocaman tencereyi kaşıklayan bir Kenta hayal ederek bu fikre kıkırdadı. "Önemli olan karnınızı doyuruyor olmanız." Ağaç gövdesine paralel olan masaya oturdular tabaklarını alıp. Aoi yemeğe başlamadan önce masaya dokundu, yapısını hissedebilmek için. Hayashilerin ağaç kesme konusundaki hassasiyetlerini öğrendiğine göre mobilya ve ev yapımında ağaç kullanmadıklarını tahmin ediyordu. Burnunu ağaç gövdesine yaklaştırıp odununu kokladı. O esnada minik bir karınca burnuna çıktı. Aoi karıncanın yüzündeki hissine gıdıklanarak karıncayı avuçlarının içinde doğru yönlendirdi. Sonra yemek masasına bıraktı. İyice yaklaşıp karıncanın gövdesini incelemeye başladı. Bacaklarını, kocaman kafasını, antenlerini. Karınca kafasını temizlemişti kısa bir süre durup. Sonra antenlerini oynatarak hızla koşturmuştu ağaç gövdesine doğru yeniden. O esnada Kenta'nın öksürük sesleriyle irkildi. Hemen sırtına pat pat vurdu. "Yemek mi kaçtı boğazınıza? Su getireyim mi?" Kenta'nın iyi olduğunu söylemesi üzerine karıncaları yalnız bırakıp yemeğine gömüldü. Aralarında huzurlu bir sessizlik olmuştu. Aoi'nin dikkati, etrafında gördüğü yeni yaşam alanıyla o kadar dağınıktı ki zihnini toparlamakta zorlanıyordu. Kenta ise düşünceli görünüyordu. Sanki güzel hayallere dalmıştı. Dikkatini ona çevirdi bir an için. Kaşığı tutan parmaklarını fark etti. Uzun, kemikli parmakları vardı. O parmaklar yüzünü okşamıştı. Yeniden o geceye gitti, parmaklarını tekrar yüzünde hissetmeye başladı. Sonra bu ona yetmemeye başladı. Daha fazla hissetmek istedi onu. Tam ona doğru uzanıyordu ki ikinci bir öksürük kriziyle yeniden irkildi. Aoi yine pat pat vurdu sırtına. Polen mevsiminden olduğunu söylemişti. Ormanda yaşayıp alerjik olmak da zor olsa gerekti.
Muhabbeti ilk başlatan Kenta olmuştu. Gece serin olacağını, üzerine hırka alması gerektiğini söylemişti. "Bilseydim evden çıkmadan alırdım yanıma." dedi hayıflanarak. Tabi buraya aklında hiçbir plan olmadan, kalbinin sesini dinleyerek gelmişti. Onu gizli yerlerinden birine götüreceğini duyunca Aoi bir anda heyecanlandı. "Gizli mi?" Gizli yerleri çok severdi. Onun yoktu. Çünkü Yureikumolar her şeyi ortak kullanım alanına çevirmişlerdi. Kendine ait gizli bir yerinin olması pek mümkün değildi. En fazla kurbağalı deresi vardı. Bu yüzden bunun heyecan verici bir aktivite olacağını düşündü. Üstelik... Birisi onunla kendi gizli mekanını paylaşacaktı. Buna layık olacak ne yapmıştı ki? Kenta herkes toplanmasın diye ateş yakmak istediğini söylemişti. Sonra da mekanına girmenin öyle kolay olmadığını söylemişti. Çok gizli bir şey söyleyecekmiş gibi kulağına eğilmişti. Aoi de pür dikkat dinlemeye başladı. Hokage'nin gizli mekanının önünde kayıp düştüğünü duyunca önce ağzından ufak bir "Pft" sesi çıktı. Sonra da kendini tutamayarak şen bir kahkaha attı. Gözünün önünde o karizmatik Shigure'nin ayağının kayıp yere kapaklandığı görüntü dolaşıyordu. "Tamam tamam anlatmam. Ama bu çok komikmiş. Gerçi ben de kayıp düşebilirim hiç belli olmaz. Gülmemek lazım derler hep. Ama ben düşersem de gülebilirsiniz izin veriyorum. O da komik olur." Bir süre daha zihnindeki görüntüye güldükten sonra ciddileşti. "Bu bölgede ayılar da mı var? Ben ayıları çok severim. Evde iki tane besliyorum derdim ama öyle bir şey yok tabi ki de. Gerçi Ayı ismini verdiğim bir gergedan böceğim var. Sebebi ise o diğer tüm gergedan böceklerinden daha büyük. Ayı gibi." Yeniden konudan çok saptığını fark ederek toparladı. "Gizli mekanınızı çok merak ettim. Benimle paylaşmak istemeniz de onure edici. Gitmek için sabırsızlanıyorum." Yüzünde "hadi hemen gidelim" der gibi bir ifade dolaşıyordu. "Orada değişik hayvanlar var mı?"
Konuşma hızı Aoi ile yarışamayınca soluk soluğa kalmıştı. Biraz nefeslenip devam etti anlatmaya. Küçükken annesinin onu alıp ormanda babasını aramaya çıktıklarını söyleyince elindeki işi bırakıp gözlerini Kenta'ya çevirdi. Annesinin ağaçlarla konuşarak babasını bulduğunu, hem de bunu bir Hayashi olmadan yaptığını söylemişti. Aoi'nin şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışları büyüdü. "Anneniz muazzam bir insanmış." Annesinin neden bunu yapıyor olduğunu anlamamıştı gerçi. Babası neden ağaç kovuklarındaydı ki? Annesine bir çeşit şaka mı yapıyordu? Annesi ve babası şimdi neredeydiler? Onlarla da tanışacak mıydı? Zihninde bu meseleyle ilgili bir sürü soru belirmişti ancak içindeki bir ses onu bunları sormaması konusunda uyarmıştı. Bu yüzden Aoi yutkunarak tüm bu soruları yutmaya karar verdi. Nedense bunun hassas bir mesele olduğunu hissediyor, evde konuştukları ölüm mevzusu aklına geliyordu.
O esnada yemek hazır olmuştu. Kenta dolaptan iki ayrı tabak çıkararak uyumlu tabağı olmadığını, hatta bazen tencereden yediğini itiraf etmişti. Aoi kocaman tencereyi kaşıklayan bir Kenta hayal ederek bu fikre kıkırdadı. "Önemli olan karnınızı doyuruyor olmanız." Ağaç gövdesine paralel olan masaya oturdular tabaklarını alıp. Aoi yemeğe başlamadan önce masaya dokundu, yapısını hissedebilmek için. Hayashilerin ağaç kesme konusundaki hassasiyetlerini öğrendiğine göre mobilya ve ev yapımında ağaç kullanmadıklarını tahmin ediyordu. Burnunu ağaç gövdesine yaklaştırıp odununu kokladı. O esnada minik bir karınca burnuna çıktı. Aoi karıncanın yüzündeki hissine gıdıklanarak karıncayı avuçlarının içinde doğru yönlendirdi. Sonra yemek masasına bıraktı. İyice yaklaşıp karıncanın gövdesini incelemeye başladı. Bacaklarını, kocaman kafasını, antenlerini. Karınca kafasını temizlemişti kısa bir süre durup. Sonra antenlerini oynatarak hızla koşturmuştu ağaç gövdesine doğru yeniden. O esnada Kenta'nın öksürük sesleriyle irkildi. Hemen sırtına pat pat vurdu. "Yemek mi kaçtı boğazınıza? Su getireyim mi?" Kenta'nın iyi olduğunu söylemesi üzerine karıncaları yalnız bırakıp yemeğine gömüldü. Aralarında huzurlu bir sessizlik olmuştu. Aoi'nin dikkati, etrafında gördüğü yeni yaşam alanıyla o kadar dağınıktı ki zihnini toparlamakta zorlanıyordu. Kenta ise düşünceli görünüyordu. Sanki güzel hayallere dalmıştı. Dikkatini ona çevirdi bir an için. Kaşığı tutan parmaklarını fark etti. Uzun, kemikli parmakları vardı. O parmaklar yüzünü okşamıştı. Yeniden o geceye gitti, parmaklarını tekrar yüzünde hissetmeye başladı. Sonra bu ona yetmemeye başladı. Daha fazla hissetmek istedi onu. Tam ona doğru uzanıyordu ki ikinci bir öksürük kriziyle yeniden irkildi. Aoi yine pat pat vurdu sırtına. Polen mevsiminden olduğunu söylemişti. Ormanda yaşayıp alerjik olmak da zor olsa gerekti.
Muhabbeti ilk başlatan Kenta olmuştu. Gece serin olacağını, üzerine hırka alması gerektiğini söylemişti. "Bilseydim evden çıkmadan alırdım yanıma." dedi hayıflanarak. Tabi buraya aklında hiçbir plan olmadan, kalbinin sesini dinleyerek gelmişti. Onu gizli yerlerinden birine götüreceğini duyunca Aoi bir anda heyecanlandı. "Gizli mi?" Gizli yerleri çok severdi. Onun yoktu. Çünkü Yureikumolar her şeyi ortak kullanım alanına çevirmişlerdi. Kendine ait gizli bir yerinin olması pek mümkün değildi. En fazla kurbağalı deresi vardı. Bu yüzden bunun heyecan verici bir aktivite olacağını düşündü. Üstelik... Birisi onunla kendi gizli mekanını paylaşacaktı. Buna layık olacak ne yapmıştı ki? Kenta herkes toplanmasın diye ateş yakmak istediğini söylemişti. Sonra da mekanına girmenin öyle kolay olmadığını söylemişti. Çok gizli bir şey söyleyecekmiş gibi kulağına eğilmişti. Aoi de pür dikkat dinlemeye başladı. Hokage'nin gizli mekanının önünde kayıp düştüğünü duyunca önce ağzından ufak bir "Pft" sesi çıktı. Sonra da kendini tutamayarak şen bir kahkaha attı. Gözünün önünde o karizmatik Shigure'nin ayağının kayıp yere kapaklandığı görüntü dolaşıyordu. "Tamam tamam anlatmam. Ama bu çok komikmiş. Gerçi ben de kayıp düşebilirim hiç belli olmaz. Gülmemek lazım derler hep. Ama ben düşersem de gülebilirsiniz izin veriyorum. O da komik olur." Bir süre daha zihnindeki görüntüye güldükten sonra ciddileşti. "Bu bölgede ayılar da mı var? Ben ayıları çok severim. Evde iki tane besliyorum derdim ama öyle bir şey yok tabi ki de. Gerçi Ayı ismini verdiğim bir gergedan böceğim var. Sebebi ise o diğer tüm gergedan böceklerinden daha büyük. Ayı gibi." Yeniden konudan çok saptığını fark ederek toparladı. "Gizli mekanınızı çok merak ettim. Benimle paylaşmak istemeniz de onure edici. Gitmek için sabırsızlanıyorum." Yüzünde "hadi hemen gidelim" der gibi bir ifade dolaşıyordu. "Orada değişik hayvanlar var mı?"

► Show Spoiler
"Niye? Bende tonla kazak, hırka var. Ben veririm." Seri adımlarla odamın kapısına yöneldim. "Hatta tam size uyabilecek cinsten bir şey var. Teyzem ördü, benim için fazla renkli olduğu için ev dışında pek giyemiyorum." Kapıyı tamamen açmamaya dikkat ederek, çok az aralayıp hızlıca içeri girdim. Kızı içeri almak istemediğim için böyle bir hareketle giriş yapmak zorunda kalmıştım. Tamam, evin pek de temiz olmadığını zaten gördü. Buradaki kıyafetler bir sır yığını değil günün sonunda ama o kadar da değil yani! Yerde ayağıma dolanan bir atleti tekmeleyerek yatağın üstüne uçurdum. O sırada parkede hareketlenen bir şişe yuvarlana yuvarlana geldi, tökezlememe sebep oldu ayağımın altına girip. Düşmemeye çalışıp lambur lumbur dengemi bulmaya çalıştım odanın içerisinde. Şişeye de bir tekme savurdum "Ananskm!" nidası eşliğinde ve o da camın önündeki kıyafet yığınının içine uçtu. Camın hemen yanındaki komidine ilerledim ben de. Üzerinde tantom ile ekipman çantam duruyordu. Devriyeden dönünce, çıkarıp buraya koymuştum ihtiyacım olmaz diye. Fakat Aoi yanımdayken ve ıssız köşelere çekilecekken almam, mantıklı olur. Çantayı alarak belimin arkasına taktım, tantoyu da çanta üzerindeki lastiklerden geçirip üzerine yerleştirdim. "Bir tişörtümü değiştireyim önce. Sonra hırka ile geliyorum!" diye seslendim Aoi'ye içeriden, neden beklettiğimi anlasın diye. Kıyafet yığınından koyu lacivert, uzun kollu bir kazak çekip kokladım. Temiz bence, giyilir diyerek değiştirdim üstümü. Nispeten daha taze ve daha soğuk bir kıyafet giymek rahatlattı beni.
Odanın diğer köşesindeki sandığa ilerledim ve önünde çömelerek karıştırmaya başladım. Tahta bir gergedan, renkli bir abaküs, birkaç defter, Shinoda Yuu özel sayılı bazı dergiler derken açık yeşil renkteki o uzun hırkaya ulaştım. Kalın bir iplikten sıkıca örülmüştü ve dokusu yumuşacıktı. Fakat teyzemin renk ve desen seçimi bunu toplum içinde giymemi engelliyor ve evdeki soğuk gecelerime eşlik ettiriyordu sadece. Aoi'nin üzerinde kötü duracağını düşünmüyorum, çünkü onun gibi tatlı bir hanımefendiye göre aslında uygun bir kıyafetti. Beyaz puantiyeler vardı üzerinde ve düğmeleri ahşaptan, ayı kafası şeklindeydi. Benim dizlerimin üstünde bitiyor uzunluğu. Sağolsun teyzem boyunu tutturmuş en azından ama Aoi'nin dizlerinin altına kadar iner herhalde. Bu da onu epey sıcak tutmaya yeter gibi. Yetmezse... Koynuma gi-... Son bir kez hırkanın sağını solunu inceledim delik, deşik var mı diye. Ortalığı toplamadan kalkıp odadan, aynı girerken olduğu dikkati göstererek çıktım.
"O zaman buna da bayılacaksınız." Odadan çıkmamla ormanda ayıların da olup olmadığını sormuş ve ayıları çok sevdiğini söylemişti. "Ayıdan düğmeleri var." Yani, kuzenimin bacağını yemeseler ben de severdim. Ayrıca çiftleşme dönemlerinde aşırı hırçın oluyorlar. "Bir kere ergenliğimde bir ayı yüzünden beş saat boyunca bir ağaçta mahsur kaldığımı hatırlıyorum. Arı kovanı varmış ağaçta, fark etmemiştim... Orada da bana kocaman bir gergedan böceği eşlik etmişti o mahsur kalışıma. Aynı böcek mi acaba?" Camdan, "Ne günlerdi ama..." dercesine uzun uzuun uzaklara baktım. Sonra uyanarak ana geri döndüm. "Var. Bir tane kedi var. Manyak bir şey ama. Onun dışında normal börtü böcek var." diyerek ağzımı büktüm. "Yeter herhalde."
Kekin olduğu bohçayı alıp, kapıya yöneldim. Kendimizi tekrar ormanın serin ve nazik havasına bıraktık. Ormanın iç kısımlarına doğru yürümeye başladıkça doğanın sakinliği içimde bir rahatlama hissi yarattı. Kuş cıvıltıları, yaprakların arasından süzülen rüzgarın hışırtısıyla birleşiyor ve beni çocukluğuma, bu ağaçların arasında geçen o huzurlu günlere geri götürüyordu. Derin, göğsümü şişirecek büyüklükte bir nefes alıp içime çektim. "Sizin klanın ortamı da güzeldi aslında." diyerek sessizliği bozdum. "Bizimkilerin hepsi shinobi değil, ama herkes doğadan ve ağaçlardan anlıyor mutlaka. Shinobi olmayanlar ya da geninler bazen köy halkının bahçelerine yardıma gidiyor çağırılırlarsa." Yürürken gerindim biraz, kollarımı iyice açıp başımın arkasına koydum. "Ama Yureikumo'lardan hiç iş alan oldu mu, duymadım. Sizin de büyük bir ağacınızın olduğunu bilmiyordum bile."
Başlangıçta yürümesi daha kolay olan yol gitgide değişmeye, düzgün patikalar düzensizleşmeye başlamıştı bir süre sonra. Gözüm ara sıra yanımdaki Aoi'ye kayıyor, kızın tatlı tatlı konuşmasını izliyor, bazen de adımlarını kontrol ediyordum. Buraya alışık olmayan birisi için bu yollar biraz yorucu olabilirdi. Tamam, o da bir shinobi olabilir, ama bizim orman öyle akrobasi, denge falan pek dinlemez. Boşuna mı Hayashi'yiz biz? Bu yüzden dikkatimi kızda tutmaya gayret ettim, bir şey olursa hemen yardım etmeye hazır olabileyim diye.
Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe patikalar kaybolmaya başladı. Böyle noktalar, her Hayashi gencinin ağaçlardan zıplaya zıplaya kendilerinin belleyebilecekleri bölgeleri aramaya başladığı yerler oluyor genelde. Toprak yerlerini köklere ve iri taşlara bırakmaya başlar, ilerlemek daha da bir zorlaşır. "Buradan sonrasında ağaçlardan ilerleyelim." diyerek en yakın dala sıçradım. Kızın da gelmesini bekleyip, daldan dala atlamaya başladık. "Bir süre sonra ilerleyebilmeniz için direkt yardımda bulunacağım, o yüzden şimdiden kendinizi hazırlayın." diye seslendim bir noktada. "Kayıp bir yerinizi yaralarsanız gülemem." Sıçrayışımız bir on, belki on beş dakika daha sürdü. Orman gittikçe daha da sessizleşti. Kayalar büyümeye, etrafımızdaki dağların etekleri daha da dikleşmeye başladı. Vardığımız yer daha da çanak halini almaya başlıyordu. Ağaçlar ise daha genişliyor, yarattıkları geniş gölgeler altımızdaki ormanı daha loş hale getiriyordu. Yakınlarda, nispeten küçük bir uçurum belirince "Geldik sayılır." diyip inmesini işaret ettim. Kızın rahat yürüyebilmesi için yanında durup, bazen elinden tutarak, bazen de ihtiyacı olmadığı halde o eli bırakmayarak yavaş yavaş uçuruma doğru ilerledik ve kenarında durduk.
Bu uçurum, öyle çok devasa bir yarık değildi. Genin seviyesinde bir kişi bile ufak bir sıçramayla hemen karşıya geçebilirdi fakat bizim işimiz orada değil, biraz aşağıda. Çok bir yükseliği yok ama düşerseniz kafanız kırmanız garanti olabilir. Burayı, inmesi çetrefilli bir hale getiren şey ise kayaların ıslak olması. Uçuruma paralen giden ve çok da derin olmayan, ince ince akan bir nehir nedeniyle buralarda yürümek biraz sıkıntılı oluyor. "Tamamen aşağı ineceğiz." Gideceğimiz yeri gösterme bahanesiyle arkasına geçtim. Sanki, aynı bakış hizasına gelmeye çalışıyormuşum gibi davranıyordum ama yanında normal dursam da gösterebilirdim, o yüzden çaktırmayın. "Şurayı görüyor musunuz?" diye sordum uçurumun zemininin ilerde biraz genişlemeye başladığı bir alanı göstererek. Ağaç dallarının daha da sıklaştığı, sanki uçurumun sonuna ağaçların sıkış tıkış tıkıştırıldığı bir görüntüydü bu. "O dalların arasından geçince ufak, avlu gibi bir yere çıkıyor." Tepkisini görmek için kafamı çevirip yüzüne baktım. Hala arkasında durduğum ve kafamı da iyice kendisine uzattığım için suratlarımız birbirine çok yakındı. Burnuma yine, o gece aldığım tatlı dağ kokusu çalındı. Bir şey diyecektiysem de unutup gözlerine baktım birkaç saniye. Ardından artık inmezsek kıza burada bir şeyler yapmadan edemeyeceğimi fark ettiğim için kendime geldim. Elimdeki bohçayı kıza uzattım alması için. Hemen ardından da bir elimi, itiraz etmesine izin vermeden beline attım. Eh, ben o kadar hazırla kendini dedim yani!
Hafifçe dizlerimi kırarak çömelip diğer elimle de dizlerinin arkasından kavradım. Kızı tek bir hamlede kucağıma alıp, şöyle bir iki salladım tartar gibi. Hep bunu yapmak istemiştim. Yani aslında sadece Aoi'ye değil, ona yapmak istediğim çok şey olduğuna artık şüphem yok da... Kucağıma bir kız alıp tartmak istemiştim hep. Ağır değildi, olsa da problem olmazdı ama güçlü hissettirmişti. Sanki böyle uçuruma değil de dağa çıksak, uzaklara sıçramaya başlasam kucağımda kızla. Kaçırsam onu, bilmediğimiz diyarlara gitsek, yuva kursak. Kafamı seri hareketlerle sallayarak kendime geri geldim. "Sıkı tutunun!" diyerek atladım aşağı.
Kucağımda Aoi olduğu için kollarımı kullanarak dengemi sağlayamıyordum. Bu yüzden atladığım kayalarda bazen dizlerimi kırarak beklemem ve ağırlığımı kontrol etmem gerekiyordu. Şerefsiz yamaç, hala ilk bulduğum gün kadar çetrefilliydi inmesi. Bir de bunun daha çıkması olacak... Bir ayağımı geriye alarak sabitleyip dizlerimi kırdım yeniden, son birkaç kayadan daha atladığımızda kızla inebileceğim düz bir zemin belirmişti karşımda. Yavaşça oraya indim, fakat kızı indirmedim hemen. "Bitti, ama yerler çamurlu." dedim kısık bir sesle, yüzüne bakmadan. Sevmiştim ben bu taşıma işini ve inmek için çırpınmadığı sürece de bırakmaya niyetli değildim. Mızıkçılık yapan bir çocuk gibi daha uzaklara bakmaya başladım burnumu kaldırarak. "Kimononuzun eteği kirlenir sonra."
Odanın diğer köşesindeki sandığa ilerledim ve önünde çömelerek karıştırmaya başladım. Tahta bir gergedan, renkli bir abaküs, birkaç defter, Shinoda Yuu özel sayılı bazı dergiler derken açık yeşil renkteki o uzun hırkaya ulaştım. Kalın bir iplikten sıkıca örülmüştü ve dokusu yumuşacıktı. Fakat teyzemin renk ve desen seçimi bunu toplum içinde giymemi engelliyor ve evdeki soğuk gecelerime eşlik ettiriyordu sadece. Aoi'nin üzerinde kötü duracağını düşünmüyorum, çünkü onun gibi tatlı bir hanımefendiye göre aslında uygun bir kıyafetti. Beyaz puantiyeler vardı üzerinde ve düğmeleri ahşaptan, ayı kafası şeklindeydi. Benim dizlerimin üstünde bitiyor uzunluğu. Sağolsun teyzem boyunu tutturmuş en azından ama Aoi'nin dizlerinin altına kadar iner herhalde. Bu da onu epey sıcak tutmaya yeter gibi. Yetmezse... Koynuma gi-... Son bir kez hırkanın sağını solunu inceledim delik, deşik var mı diye. Ortalığı toplamadan kalkıp odadan, aynı girerken olduğu dikkati göstererek çıktım.
"O zaman buna da bayılacaksınız." Odadan çıkmamla ormanda ayıların da olup olmadığını sormuş ve ayıları çok sevdiğini söylemişti. "Ayıdan düğmeleri var." Yani, kuzenimin bacağını yemeseler ben de severdim. Ayrıca çiftleşme dönemlerinde aşırı hırçın oluyorlar. "Bir kere ergenliğimde bir ayı yüzünden beş saat boyunca bir ağaçta mahsur kaldığımı hatırlıyorum. Arı kovanı varmış ağaçta, fark etmemiştim... Orada da bana kocaman bir gergedan böceği eşlik etmişti o mahsur kalışıma. Aynı böcek mi acaba?" Camdan, "Ne günlerdi ama..." dercesine uzun uzuun uzaklara baktım. Sonra uyanarak ana geri döndüm. "Var. Bir tane kedi var. Manyak bir şey ama. Onun dışında normal börtü böcek var." diyerek ağzımı büktüm. "Yeter herhalde."
Kekin olduğu bohçayı alıp, kapıya yöneldim. Kendimizi tekrar ormanın serin ve nazik havasına bıraktık. Ormanın iç kısımlarına doğru yürümeye başladıkça doğanın sakinliği içimde bir rahatlama hissi yarattı. Kuş cıvıltıları, yaprakların arasından süzülen rüzgarın hışırtısıyla birleşiyor ve beni çocukluğuma, bu ağaçların arasında geçen o huzurlu günlere geri götürüyordu. Derin, göğsümü şişirecek büyüklükte bir nefes alıp içime çektim. "Sizin klanın ortamı da güzeldi aslında." diyerek sessizliği bozdum. "Bizimkilerin hepsi shinobi değil, ama herkes doğadan ve ağaçlardan anlıyor mutlaka. Shinobi olmayanlar ya da geninler bazen köy halkının bahçelerine yardıma gidiyor çağırılırlarsa." Yürürken gerindim biraz, kollarımı iyice açıp başımın arkasına koydum. "Ama Yureikumo'lardan hiç iş alan oldu mu, duymadım. Sizin de büyük bir ağacınızın olduğunu bilmiyordum bile."
Başlangıçta yürümesi daha kolay olan yol gitgide değişmeye, düzgün patikalar düzensizleşmeye başlamıştı bir süre sonra. Gözüm ara sıra yanımdaki Aoi'ye kayıyor, kızın tatlı tatlı konuşmasını izliyor, bazen de adımlarını kontrol ediyordum. Buraya alışık olmayan birisi için bu yollar biraz yorucu olabilirdi. Tamam, o da bir shinobi olabilir, ama bizim orman öyle akrobasi, denge falan pek dinlemez. Boşuna mı Hayashi'yiz biz? Bu yüzden dikkatimi kızda tutmaya gayret ettim, bir şey olursa hemen yardım etmeye hazır olabileyim diye.
Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe patikalar kaybolmaya başladı. Böyle noktalar, her Hayashi gencinin ağaçlardan zıplaya zıplaya kendilerinin belleyebilecekleri bölgeleri aramaya başladığı yerler oluyor genelde. Toprak yerlerini köklere ve iri taşlara bırakmaya başlar, ilerlemek daha da bir zorlaşır. "Buradan sonrasında ağaçlardan ilerleyelim." diyerek en yakın dala sıçradım. Kızın da gelmesini bekleyip, daldan dala atlamaya başladık. "Bir süre sonra ilerleyebilmeniz için direkt yardımda bulunacağım, o yüzden şimdiden kendinizi hazırlayın." diye seslendim bir noktada. "Kayıp bir yerinizi yaralarsanız gülemem." Sıçrayışımız bir on, belki on beş dakika daha sürdü. Orman gittikçe daha da sessizleşti. Kayalar büyümeye, etrafımızdaki dağların etekleri daha da dikleşmeye başladı. Vardığımız yer daha da çanak halini almaya başlıyordu. Ağaçlar ise daha genişliyor, yarattıkları geniş gölgeler altımızdaki ormanı daha loş hale getiriyordu. Yakınlarda, nispeten küçük bir uçurum belirince "Geldik sayılır." diyip inmesini işaret ettim. Kızın rahat yürüyebilmesi için yanında durup, bazen elinden tutarak, bazen de ihtiyacı olmadığı halde o eli bırakmayarak yavaş yavaş uçuruma doğru ilerledik ve kenarında durduk.
Bu uçurum, öyle çok devasa bir yarık değildi. Genin seviyesinde bir kişi bile ufak bir sıçramayla hemen karşıya geçebilirdi fakat bizim işimiz orada değil, biraz aşağıda. Çok bir yükseliği yok ama düşerseniz kafanız kırmanız garanti olabilir. Burayı, inmesi çetrefilli bir hale getiren şey ise kayaların ıslak olması. Uçuruma paralen giden ve çok da derin olmayan, ince ince akan bir nehir nedeniyle buralarda yürümek biraz sıkıntılı oluyor. "Tamamen aşağı ineceğiz." Gideceğimiz yeri gösterme bahanesiyle arkasına geçtim. Sanki, aynı bakış hizasına gelmeye çalışıyormuşum gibi davranıyordum ama yanında normal dursam da gösterebilirdim, o yüzden çaktırmayın. "Şurayı görüyor musunuz?" diye sordum uçurumun zemininin ilerde biraz genişlemeye başladığı bir alanı göstererek. Ağaç dallarının daha da sıklaştığı, sanki uçurumun sonuna ağaçların sıkış tıkış tıkıştırıldığı bir görüntüydü bu. "O dalların arasından geçince ufak, avlu gibi bir yere çıkıyor." Tepkisini görmek için kafamı çevirip yüzüne baktım. Hala arkasında durduğum ve kafamı da iyice kendisine uzattığım için suratlarımız birbirine çok yakındı. Burnuma yine, o gece aldığım tatlı dağ kokusu çalındı. Bir şey diyecektiysem de unutup gözlerine baktım birkaç saniye. Ardından artık inmezsek kıza burada bir şeyler yapmadan edemeyeceğimi fark ettiğim için kendime geldim. Elimdeki bohçayı kıza uzattım alması için. Hemen ardından da bir elimi, itiraz etmesine izin vermeden beline attım. Eh, ben o kadar hazırla kendini dedim yani!
Hafifçe dizlerimi kırarak çömelip diğer elimle de dizlerinin arkasından kavradım. Kızı tek bir hamlede kucağıma alıp, şöyle bir iki salladım tartar gibi. Hep bunu yapmak istemiştim. Yani aslında sadece Aoi'ye değil, ona yapmak istediğim çok şey olduğuna artık şüphem yok da... Kucağıma bir kız alıp tartmak istemiştim hep. Ağır değildi, olsa da problem olmazdı ama güçlü hissettirmişti. Sanki böyle uçuruma değil de dağa çıksak, uzaklara sıçramaya başlasam kucağımda kızla. Kaçırsam onu, bilmediğimiz diyarlara gitsek, yuva kursak. Kafamı seri hareketlerle sallayarak kendime geri geldim. "Sıkı tutunun!" diyerek atladım aşağı.
Kucağımda Aoi olduğu için kollarımı kullanarak dengemi sağlayamıyordum. Bu yüzden atladığım kayalarda bazen dizlerimi kırarak beklemem ve ağırlığımı kontrol etmem gerekiyordu. Şerefsiz yamaç, hala ilk bulduğum gün kadar çetrefilliydi inmesi. Bir de bunun daha çıkması olacak... Bir ayağımı geriye alarak sabitleyip dizlerimi kırdım yeniden, son birkaç kayadan daha atladığımızda kızla inebileceğim düz bir zemin belirmişti karşımda. Yavaşça oraya indim, fakat kızı indirmedim hemen. "Bitti, ama yerler çamurlu." dedim kısık bir sesle, yüzüne bakmadan. Sevmiştim ben bu taşıma işini ve inmek için çırpınmadığı sürece de bırakmaya niyetli değildim. Mızıkçılık yapan bir çocuk gibi daha uzaklara bakmaya başladım burnumu kaldırarak. "Kimononuzun eteği kirlenir sonra."
Kenta elinde tam ona uygun bir kazağı olduğunu söyleyerek fırt diye odasına kaçmıştı kapıyı minicik açarak. Aoi'nin içeriyi gözetleme şansı bile olmamıştı. "Zahmet olm-" Lafını bitiremeden içeriden gelen paldır küldür sesleri üzerine susarak sabırla beklemeye karar verdi. Teyzesinin Kenta için özel olarak ördüğü bir hırkayı giyecek olmak bir yandan içini gıcıklatıyor bir yandan da onun özel alanına çok fazla girdiği hissini veriyordu. Onu beklerken çaktırmadan yeniden ağaç gövdesinin oraya gitti ve örümcek yuvalarını aramaya başladı. Ağacın çıkıntılı girintili bazı bölgelerinde pusuya yatmış birkaç örümcek olduğunu görebiliyordu ancak küçük oldukları için onları seçmek çok mümkün değildi. Derken Kenta odadan çıkmıştı. Üzerini değiştirip kalın bir kazak giymişti. Elinde de dünyanın en tatlı hırkasını ona doğru tutuyordu. Ayıcıklı düğmeleri vardı. "BU ÇOK GÜZEL!" Aoi heyecanla yapıştı hırkaya. Hemen üzerine giyinerek denedi. Tabi ona biraz büyük gelmişti. Boyu olarak dizini geçiyordu. Ellerini kullanabilmesi için de kollarını sıyırması gerekiyordu ancak gerçekten de sıcacıktı. Hakiki yünden örmüş olmalıydı bunu teyzesi. Beyaz puantiyeli açık yeşil bir hırkaydı. Üstelik Kenta gibi kokuyordu. Onun yaşam dünyasının kokusu sinmişti üzerine tamamen. Kollarını kavuşturup kendi bedenine sardığında sanki Kenta tarafından sarılmış gibiydi. Kocaman bir kucaklama, onun gibi sıcak...
Kenta bir ayı yüzünden ağaçta mahsur kaldığında dair bir çocukluk anısını anlatıyordu. Yüzünü ateş basmış bir şekilde "Hehe, öyle mi? Belki de aynı böcektir." diye mırıldandı sakince. Aklı kesinlikle ayılarda ya da gergedan böceklerinde filan değildi. Kenta sonrasında son sorduğu soruyu yanıtlayarak gidecekleri yerde güzel bir kedi olduğunu söylemişti. "Kedi mi? Kedileri de çok severim! Bahçede besliyorum bir sürü. Hatta Kestane daha yeni yavruladı, dört tane yavrusu oldu. Yavrularının isimlerini Fındık, Kaju, Fıstık ve Leblebi koydum." Aynı muhabbeti neden bugün üçüncü kez yapmıştı ki? Kenta keki yanına alarak kapıya doğru yönelince onu arkasından takip etti hemen. Hava zaman ilerledikçe serinlemeye başlamıştı. Rüzgar şiddetini arttırdıkça ormanın daha başka aromalarını ciğerine taşıyordu. Ne kokusuydu acaba bunlar? Çam kozalakları mı? Onlar kokar mıydı ki? Kesinlikle odunsu bir şeyler kokuyordu ama. Belki de yosun kokusuydu. Kenta onların klan ortamını da beğendiğini dile getirmişti. "Klanlarımızın benzer tarafları var aslında. Bizimkiler de doğaya çok düşkün ve saygılıdırlar. Kutsal olduğuna inanıyoruz biz. Yine de size göre daha içe kapanık sayılırız. Bizi pek çağıran olmaz herhangi bir yere. Antik Ağaç da tanrı Yuukon'un bizimle iletişime geçtiğine inandığımız bir ağaç. Çok uzun yıllardır orada olduğu ve bizi kutsadığı söyleniyor. Dini ritüelleri bile onun etrafında yaparız."
Bir yandan bıdı bıdı konuşurken diğer yandan da engebeli orman patikasında dengesini korumaya dikkat ediyordu. Shigure gibi yere kapaklanmak istemezdi. Hop hop zıplayarak sıçrayarak, tümseklere dikkat ederek yürüyordu. "Bizim klanın yerleşkesi de ormanlık bir alanın ortasında ama sizin kadar doğayla iç içe değil. Çocukluğumdan beridir hep çok hayranlık duymuşumdur ormana. Gizemli ve huzur verici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. En sıkıntılı anlarımda bana güç vermiştir doğa hep. Ama dikkatli olmak ve öğrenmek lazım tabi. Bir keresinde ormanda gezinirken rastgele mantar toplamıştım da zehirli çıkmışlardı. Tuhaf tuhaf şeyler görmüştüm saatlerce. Şimdi düşününce komik geliyor ama yaşarken hiç komik değildi. Siz kesin bütün mantar türlerini de biliyorsunuzdur. Acemi hatası resmen benimki." Patika bittikten sonra Kenta ağaçlardan ilerlemelerini tavsiye etti. Bunun üzerine daldan dala zıplayarak bir on ya da on beş dakika kadar ilerlediler. Kenta ona bir süre sonra yardım edeceğini, kendini hazırlamasını söylemişti ancak Aoi ne dediğini hiç anlamamıştı. Herhalde düşme riski daha yüksek olan bir bölge ile karşılaşacaklardı. Böyle bir tırmanış yapacağını bilse daha uygun giyinirdi.
Kenta'nın işaretini alınca aşağı indi. El ele tutuşup yol boyunca ilerlemeye başladılar. Yani Kenta elini tutmuştu, Aoi de sonrasında bırakmamıştı. Belki Kenta da bırakmamıştı. Bilmiyordu. Bunu düşünecek kadar düzgün çalışmıyordu kafası. Bir süre sonra küçük bir uçurumun kenarına geldiler. Aoi uçurumdan karşıya atlayacaklarını düşünmüştü ancak Kenta aşağı ineceklerini söylemişti. Arkasına geçip, gidecekleri yeri işaret etmişti. Aoi gözlerini kıstı. Uçurumun zemininde ağaç dallarıyla kaplı geniş bir alan olduğunu fark etmişti. Kenta o dalları geçtikleri zaman avlu gibi bir yere çıkacaklarını söylemişti. "Gizli yeriniz gerçekten de fazlasıyla gizliymiş." dedi Aoi şaşkınlığını saklayamayarak. Burayı nasıl keşfetmişti ki? Kenta yüzünü çevirip kendisine dönünce o da yüzünü çevirdi hafifçe. Yüzleri çok yakındı. Neredeyse yanak yanağaydılar. Bu mesafeden kalp ritmi duyuluyor mu diye endişelenmişti Aoi hafifçe. Utanarak başını çevirip gözlerini kaçırdı hemen. Bugün yeterince sapık gibi davranmıştı, kotası doluyordu. Yuukon cezasını verecekti en sonunda. Tam o esnada Kenta'nın kek poşetini ona uzattığını fark etti. Hiç sorgulamadan eline aldı otomatik bir tepkiyle. Sonra belinde bir el hissetmesiyle bir anda ayakları yerden kesildi ve kendini aniden Kenta'ya çok yakın bir mesafede buldu. Onu... kucaklamıştı... "A-A-Ama size zahmet ol-" Sözcükleri ağzında kem küm olarak azalarak yok oldu.
Bu sahnenin hayali bile Aoi'nin beyninin kendini kapatmasına sebep oluyordu ancak bunu cidden yaşıyor olmak? Soluk almayı unutmuştu resmen. Sıkı tutunması gerektiğini duyunca kollarını Kenta'nın boynuna sardı. Bir yandan da kek poşetini tutuyordu sıkıca düşmesin diye. Oğlanın yan profilden yüzü çok güzeldi. Kirpiklerinin kıvrılışını, gözlerindeki bakışın her bir sıçrayış ile değişimini, önüne düşen perçemlerin sağa sola savruluşunu çok yakın mesafeden görebiliyordu. Çaktırmadan sıkı tutunuyormuş bahanesiyle burnunu Kenta'nın boynuna gömdü ve teninin kendine has kokusunu ciğerlerine çekti uzun uzun. Ne yaptığını anlamasın diye de bakışlarını kaçırdı ondan çünkü gözlerine bakacak olursa kesin o suç işlemiş bakışları görecekti. Çok kısa sürede hemen aşağıya inmişlerdi. "Ma-Maymun gibi sıçradık resmen." Zihninde annelerinin göbeğine yapışmış yavru maymunların görüntüleri canlanmıştı. Kenta vardıklarını, ancak yerlerin çamurlu olduğunu, kimonosunun eteklerinin kirleneceğini söylemişti. Aoi için kimonosunun etekleri o kadar umurunda değildi ki. "K-Kolunuz ağrımadı mı?" O kadar halinden memnundu ki onu bırakmayacaksa inmek için uğraşmayacaktı. Ancak nezaketen sorma gerekliliği hissetti. Bunu büyük ihtimalle bir daha yapmayacaklardı. Bu deneyimin tadını çıkartmak için ne kadar zamanı varsa kullanacaktı. Başını yeniden çaktırmadan oğlanın boynuna gömdü. "Çamurluysa nerede oturacağız?"
Kenta bir ayı yüzünden ağaçta mahsur kaldığında dair bir çocukluk anısını anlatıyordu. Yüzünü ateş basmış bir şekilde "Hehe, öyle mi? Belki de aynı böcektir." diye mırıldandı sakince. Aklı kesinlikle ayılarda ya da gergedan böceklerinde filan değildi. Kenta sonrasında son sorduğu soruyu yanıtlayarak gidecekleri yerde güzel bir kedi olduğunu söylemişti. "Kedi mi? Kedileri de çok severim! Bahçede besliyorum bir sürü. Hatta Kestane daha yeni yavruladı, dört tane yavrusu oldu. Yavrularının isimlerini Fındık, Kaju, Fıstık ve Leblebi koydum." Aynı muhabbeti neden bugün üçüncü kez yapmıştı ki? Kenta keki yanına alarak kapıya doğru yönelince onu arkasından takip etti hemen. Hava zaman ilerledikçe serinlemeye başlamıştı. Rüzgar şiddetini arttırdıkça ormanın daha başka aromalarını ciğerine taşıyordu. Ne kokusuydu acaba bunlar? Çam kozalakları mı? Onlar kokar mıydı ki? Kesinlikle odunsu bir şeyler kokuyordu ama. Belki de yosun kokusuydu. Kenta onların klan ortamını da beğendiğini dile getirmişti. "Klanlarımızın benzer tarafları var aslında. Bizimkiler de doğaya çok düşkün ve saygılıdırlar. Kutsal olduğuna inanıyoruz biz. Yine de size göre daha içe kapanık sayılırız. Bizi pek çağıran olmaz herhangi bir yere. Antik Ağaç da tanrı Yuukon'un bizimle iletişime geçtiğine inandığımız bir ağaç. Çok uzun yıllardır orada olduğu ve bizi kutsadığı söyleniyor. Dini ritüelleri bile onun etrafında yaparız."
Bir yandan bıdı bıdı konuşurken diğer yandan da engebeli orman patikasında dengesini korumaya dikkat ediyordu. Shigure gibi yere kapaklanmak istemezdi. Hop hop zıplayarak sıçrayarak, tümseklere dikkat ederek yürüyordu. "Bizim klanın yerleşkesi de ormanlık bir alanın ortasında ama sizin kadar doğayla iç içe değil. Çocukluğumdan beridir hep çok hayranlık duymuşumdur ormana. Gizemli ve huzur verici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. En sıkıntılı anlarımda bana güç vermiştir doğa hep. Ama dikkatli olmak ve öğrenmek lazım tabi. Bir keresinde ormanda gezinirken rastgele mantar toplamıştım da zehirli çıkmışlardı. Tuhaf tuhaf şeyler görmüştüm saatlerce. Şimdi düşününce komik geliyor ama yaşarken hiç komik değildi. Siz kesin bütün mantar türlerini de biliyorsunuzdur. Acemi hatası resmen benimki." Patika bittikten sonra Kenta ağaçlardan ilerlemelerini tavsiye etti. Bunun üzerine daldan dala zıplayarak bir on ya da on beş dakika kadar ilerlediler. Kenta ona bir süre sonra yardım edeceğini, kendini hazırlamasını söylemişti ancak Aoi ne dediğini hiç anlamamıştı. Herhalde düşme riski daha yüksek olan bir bölge ile karşılaşacaklardı. Böyle bir tırmanış yapacağını bilse daha uygun giyinirdi.
Kenta'nın işaretini alınca aşağı indi. El ele tutuşup yol boyunca ilerlemeye başladılar. Yani Kenta elini tutmuştu, Aoi de sonrasında bırakmamıştı. Belki Kenta da bırakmamıştı. Bilmiyordu. Bunu düşünecek kadar düzgün çalışmıyordu kafası. Bir süre sonra küçük bir uçurumun kenarına geldiler. Aoi uçurumdan karşıya atlayacaklarını düşünmüştü ancak Kenta aşağı ineceklerini söylemişti. Arkasına geçip, gidecekleri yeri işaret etmişti. Aoi gözlerini kıstı. Uçurumun zemininde ağaç dallarıyla kaplı geniş bir alan olduğunu fark etmişti. Kenta o dalları geçtikleri zaman avlu gibi bir yere çıkacaklarını söylemişti. "Gizli yeriniz gerçekten de fazlasıyla gizliymiş." dedi Aoi şaşkınlığını saklayamayarak. Burayı nasıl keşfetmişti ki? Kenta yüzünü çevirip kendisine dönünce o da yüzünü çevirdi hafifçe. Yüzleri çok yakındı. Neredeyse yanak yanağaydılar. Bu mesafeden kalp ritmi duyuluyor mu diye endişelenmişti Aoi hafifçe. Utanarak başını çevirip gözlerini kaçırdı hemen. Bugün yeterince sapık gibi davranmıştı, kotası doluyordu. Yuukon cezasını verecekti en sonunda. Tam o esnada Kenta'nın kek poşetini ona uzattığını fark etti. Hiç sorgulamadan eline aldı otomatik bir tepkiyle. Sonra belinde bir el hissetmesiyle bir anda ayakları yerden kesildi ve kendini aniden Kenta'ya çok yakın bir mesafede buldu. Onu... kucaklamıştı... "A-A-Ama size zahmet ol-" Sözcükleri ağzında kem küm olarak azalarak yok oldu.
Bu sahnenin hayali bile Aoi'nin beyninin kendini kapatmasına sebep oluyordu ancak bunu cidden yaşıyor olmak? Soluk almayı unutmuştu resmen. Sıkı tutunması gerektiğini duyunca kollarını Kenta'nın boynuna sardı. Bir yandan da kek poşetini tutuyordu sıkıca düşmesin diye. Oğlanın yan profilden yüzü çok güzeldi. Kirpiklerinin kıvrılışını, gözlerindeki bakışın her bir sıçrayış ile değişimini, önüne düşen perçemlerin sağa sola savruluşunu çok yakın mesafeden görebiliyordu. Çaktırmadan sıkı tutunuyormuş bahanesiyle burnunu Kenta'nın boynuna gömdü ve teninin kendine has kokusunu ciğerlerine çekti uzun uzun. Ne yaptığını anlamasın diye de bakışlarını kaçırdı ondan çünkü gözlerine bakacak olursa kesin o suç işlemiş bakışları görecekti. Çok kısa sürede hemen aşağıya inmişlerdi. "Ma-Maymun gibi sıçradık resmen." Zihninde annelerinin göbeğine yapışmış yavru maymunların görüntüleri canlanmıştı. Kenta vardıklarını, ancak yerlerin çamurlu olduğunu, kimonosunun eteklerinin kirleneceğini söylemişti. Aoi için kimonosunun etekleri o kadar umurunda değildi ki. "K-Kolunuz ağrımadı mı?" O kadar halinden memnundu ki onu bırakmayacaksa inmek için uğraşmayacaktı. Ancak nezaketen sorma gerekliliği hissetti. Bunu büyük ihtimalle bir daha yapmayacaklardı. Bu deneyimin tadını çıkartmak için ne kadar zamanı varsa kullanacaktı. Başını yeniden çaktırmadan oğlanın boynuna gömdü. "Çamurluysa nerede oturacağız?"

► Show Spoiler