Deden ağzından dökülen her kelimeyi büyük bir dikkatle dinledikten sonra, kollarını masaya dayıyor. Parmakları hafifçe birbirine vuruyor, sanki duyduklarını kafasında tekrar derleyip düzenliyormuş gibi bir hali var. Bahsettiğin Kazerou veledi meselesine ve Jisarashi'nin korkutucu ihtimallerine dair bir şeyler söylemek ister gibi duraksıyor. "Öyle ya, peri masalı gibi gelir bunlar. Ve çoğu zaman peri masallarını hafife alır insanlar. Ama eğer daha evvel karşıma biri dikilip 'Jisarashi' deseydi, ben de önce saçmalık diye geçiştirirdim. Geçmişte çok hurafe duydum. Yine de…"
Sesi ciddileşiyor, gözleri artık üzerinde sabitleniyor. "Yüzyıllar öncesinden gelen bu lanet söylentisi, en azından Kazerouların kendi içinde daima bir tedirginlik yaratmış. Bilirsin, her klanın kendince bir zayıf noktası, kaygısı ya da sakladığı sır olur. Hikari klanı da bu durumu kullandı, Kazerou ailesine ağır bir darbe indirdi. Nesiller boyu süren bu düşmanlığın fitilini ateşleyen, aslen neydi bilemeyiz. Ama akıllı biri şunu fark eder: Ortada bir lanet söylencesi varsa, gerçeğin payı hep vardır; koca bir kökü uyduramazsın. En azından tehlike potansiyelini önemse."
Yaşlı adam, bir eliyle kitabın kapağını kapatıyor ve parmaklarını tozlu ciltte gezdiriyor. Ardından soruna içten bir nefes alarak cevap veriyor. "Diyelim ki, benim zamanımda böylesi bir Kazerou çocuğuyla baş başa kalmıştım. Diyelim ki, Jisarashi'nin pençesinde olabileceğinden şüpheleniyordum. Evvela o genci anlamaya uğraşırdım. İçinde karanlık bir güç uyanıyorsa bile, tam olarak nasıl tetiklendiğini gözlemlerdim. Çünkü… bu lanet, bilmeden, düşünmeden yaklaşacağın bir engel değil. Hele sıradan yöntemlerle hiç değil. Bu durumda, ne mühür ustası olman kesinkes işe yarar, ne de çocuğu kenara itmek. Asıl noktası, zamanında o çocuğun yaşadığı öfkeyi, korkuyu ve lanetin kaynağını keşfetmekten geçiyor. Arşivlere bakabilirdim mesela. Kazerou aile kütüğünü araştırırdım, belki eski mühür kayıtlarını… Sunagakure’nin tarihî kayıtlarını tarardım. Anlayacağın, ben olsam önce bilgi toplardım."
Kısa bir an, sana doğru eğiliyor, gözlerindeki kararlılık neredeyse somut bir hale bürünüyor. "Velev ki hiçbir şey bulamadım, o zaman da vazgeçmezdim. Şayet bu işin içinde gerçek bir tehlike varsa, genç Kazerou toprağa düşmeden durumu kontrol altına almak lazım. Tabii gerçek bir tehdit haline gelirse, köye zarar vermesine göz yumulamaz; sen bir jouninsin, sorumluluğun büyük. Ama asla unutma: Bir gencin olası lanetini söküp atmak, sadece dışarıdan müdahaleyle olmaz. Onun kendisinin de direnmesi lazım, karanlığa yenik düşmemesi lazım. İşte o noktada, hocası olarak senin yol göstericiliğin ne kadar önemli, bir düşün."
Yaşlı adamın sesi giderek kısılıyor, sanki biraz yorulmuş gibi sırtını geriye yaslıyor. Bakışlarını senden uzaklaştırıp odanın loş duvarlarındaki eski parşömenlere çeviriyor. O parşömenler belki de nice gizemi saklıyor, kim bilir. Sonra yeniden sana dönüyor. "Kısaca, ben olsam laneti ortadan kaldırmak için önce gerçeğini öğrenirdim. Kitaplar, kayıtlar, öyküler, yaşayan tanıklar… Hepsine kulak verirdim. Hikari klanından geriye kalan bir iz var mı, varsa kim bilir nerededir? Lakin tüm bunlar da yetersiz kalırsa… O vakit, en güçlü şey yoldaşlığın kendisi olur. Genç bir shinobiyi, sırf ola ki lanetli diye ötelemem. Onu gözlemleyerek, güçlendirerek, içindeki nefrete karşı korunak hazırlardım. Bu laneti kıracaksa da ilk o gencin iradesi kıracak. Seninse doğru anı kollayıp ona destek olman gerek. Ama bunların hepsi ince bir halat üzerinde yürümek gibi, dengesiz bir yol. Ne kadar istersen iste, bazen o gence fazla yaklaşmak tehlikeli olur. Bunu aklından çıkarma."
Bu sözlerin ardından gözlerini kapatıp kısa bir soluk alıyor. Ellerini yüzünün önünde kenetliyor, göğsü yavaşça inip kalkıyor. Sanki son bir hamleyle, nasihatlerinin en ağır kısmını söylemiş gibi. Son cümlelerde sesinin titreşiminde hüzün mü, gurur mu var, ayırt etmek güç. Bir süre sessizce seni süzüyor. Odanın içindeki toz taneleri, sabahın aydınlanmaya başlayan ışığıyla birlikte belli belirsiz parıldıyorlar. Öksürerek sırtını koltuğa daha sıkı dayıyor ve elini nazikçe havada sallıyor. "Hadi… Bu kadar laflamak yeter. Yaşlı bir adamı heyecanlandırdın, epey de yoruldum. Daha fazla vaktini almak istemem. Sen de beni yordun zaten. Biraz dinleneceğim."
Gözlerini kapamanı ya da eğilmeni beklemeden, başka bir şey eklemeye pek gönüllü olmadan, sanki uykunun eşiğine yavaşça yürüyormuş gibi bakışlarını önündeki kitaba doğru eğiyor. Yüzündeki çizgiler, uzun bir gece ve uzun bir geçmişin yorgunluğunu taşıyor.
Dedenin sözlerinde bulduğu ufak cevherleri zihninde evirip çevirerek usulca geri çekiliyorsun. Sessizce kapıya doğru dönüp kendi adımlarının tıkırtısını dinliyorsun. Dedenin güle güle veya benzeri bir veda sözünü işitmiyorsun; zaten onun tarzı değil. Başını eğmeden, kapıyı zarifçe kapatıyorsun.
Koridora çıkar çıkmaz, hanenin içindeki suskunluk bir anda açtığın kapıdan içeriye doluyor gibi hissediyorsun. Aklın hala Jisarashi efsanesinde, Kazerou klanında, ve dedenin sözlerinde. Tam bu düşüncelerle avlunun geniş, kısmen gölgeli alanına ilerleyecekken kapı tarafından gür, neşeli ve bir o kadar da laubali bir ses duyuluyor.
"Hocaaaam! Evde misiniz laaa?"
Bir an irkiliyorsun; bu sesi hemen tanıyorsun. Kunio. Kendi stiline uygun şekilde abartılı, biraz kaba ama bir o kadar da kendinden emin. Evin dış kapısına doğru yöneldiğinde, kalbinde bir heyecan kıvılcımı beliriyor. Kunio burada, bu vakitte? Muhtemelen elinde parlak sarı boyasıyla falan gelmediğini umuyorsun, ama kim bilir. İhtimali bile gülümsetmeye yetiyor. Dış kapının yumruklanma sesi tüm evde yankılanıyor.