Sunagakure
Sunagakure
Joined: Fri Nov 29, 2024 6:35 pm
Rütbe:  
 Image
Yattığı yerde gömülmeye başlamıştı iyice. Yerleşke sessizdi. Hanezawaların erken uyumak gibi bir huyu yoktu lakin, yine de herkes kendi çeperine çekilmişti. Burada neyi bulabileceğinden pek emin değildi. Annesi ile konuşmak istemiyordu. Zira, bir genin takımı alışının ardından nispeten tecrübesiz olduğu bu alanda, çokça nasihate maruz kalabilirdi. Ne yapmalı, ne etmeli diye düşünüyordu...

Sevgili Fumo,

Acil bir işim çıktı. Bir süre buralarda olmayacağım. Benim veletlere bilgi verirsin.

Erken yatmalarını söyle.

Önünde karaladığı nota bakıyordu. Yanında hazırladığı bir çanta. Aklından geçen en aklı selim karar, bu işi biraz olsun dahi araştırmadan yola çıkmamalıydı. En azından Kunio'yu koruması gerekiyordu. Onu neden koruyacaktı? Onunla ilgili bu kadar ilginç olan şey neydi? Mevzu yalnızca Kunio muydu... Öğrenmeliydi. Kazekage ile konuşacaktı. Öncesinde Jisarashi ile alakalı araştırma yapması gerekiyordu. Nereden başlayacaktı ki? Sonu gelmez bir dehlizde gibiydi. Gözlerini kapattığında, tenini çekiyordu dikenler. Batıyordu etine, ancak serin bir akşamın usul rüzgarı okşuyordu bedenini. Kendisini kaptırdıkça bu hissin karşısında duyabileceği tek şey acizlik olmuştu.

"Efendi Sorano. Bir isteğiniz var mı diye kontrol etmeye geldim."

Kapı tam üç kez vurulmuştu. Ancak hiç birisini duymamıştı. Watanabe genelde üç kez vurulduktan sonra girerdi. Ancak şimdi farkedebiliyordu onu. Gözlerini yaşlı adamla buluşturduğunda, ilk işi önündeki notu güzelce katlayıp hemen yanındaki zarfa tıkıştırmak olmuştu. Ardından ayaklanmıştı hızlı biçimde. Stresten döktüğü bir kaç tüy, yatağı ile ahenk oluşturuyordu.

"Dedem müsait mi, Watanabe? Onunla önemli bir şeyi konuşmam gerek."

Watanabe'nin kısa ancak net cevabını bekledi bir kaç saniye. Watanabe sanki bu kadar net olmasını beklemiyordu. Genelde yiyecek içecek bir şeyler isterdi, ancak bu sefer pek dalgın hali onu da şaşırtmış olsa gerek. İstifini bozmadan cevaplamıştı yaşlı adam.

"Odasında, her zamanki gibi. Kitap okuyor. Belki sabah konuşsanız daha iyi..."

"Yok. Bu gece eve dönmezsem, haberci şahinlerden biriyle bu notu Ichiraka Fumo'ya ulaştır. Acil bir göreve çıkabilirim."

Sözlerinin ardından hızla kapıya yöneldi. Şimdi daha iyiydi. Bir şekilde bu işi çözmeden, takımını riske atmak istemiyordu. Karşısındaki adamın tanıdık olduğundan dahi emin değildi. Hissettiği şey, hayra alamet hiç değildi. Söylediği her şey yalan da olabilirdi. Bıraktığı ipucu, bir yanılsama da olabilirdi. Onu tuzağa çekiyor olabilirdi. Bir şekilde bu işi çözmeden bu çocukları riske atmayacaktı.

Tüm bu düşünce bulutunun eşliğinde Ryuba'nın odasının dibine kadar ulaşmıştı. Kapıyı sakince, üç kez tıklattı. Ardından dedesinden gelecek gir komutunu bekledi. Araları iyiydi. İyi olmasına iyi de, ona olan saygısını bir gün bile eksik etmemişti. Şimdi ise belki de hayatında gördüğü en deneyimli shinobiye danışacaktı. Jisarashi... Bu kelimeyi ilk kez duyuyordu. Başka şansı yok gibiydi.

Kıpır kıpırdı içi. Elini kapının kulbuna doğru attı.
Image
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Yeni günün ilk ışıkları Hanezawa arazisinin üzerinde zarifçe gezinirken, sabahın mahmurluğu kısa sürede yerini ev halkının sessiz ve disiplinli hareketliliğine bırakmıştı. Fakat sen, geceden beri kafanda dönüp duran sorular yüzünden ne doğru dürüst uyuyabilmiş ne de tam anlamıyla uyanabilmişsin. Herkesin kendi odasına çekildiği o geç saatlerde, o da zihnini saran belirsizliklerle boğuşmuş, sabah yaklaşırken yarı uykulu bir halde kendini toparlamışsın.

Şimdi, Hanezawa yerleşkesinin geniş iç koridorlarına usulca adımlarını atıyorsun. Taze sabah rüzgarı, pencerelerden sızan ince kum taneleriyle birleşerek soğuk bir ürperti taşıyor. Arkanda Watanabe’nin kısık sesle söylediği cümleler hala kulaklarında yankılanıyor, ama aklın rüzgar gibi kendi yolunu çoktan çizmiş. Olup biteni sorgulamayan, yalnızca itaat eden sessiz hizmetkarları geride bırakıyorsun.

Ryuba’nın odasına yaklaştığında, kapının önünde anlık bir tereddüt yaşıyorsun.. Ahşap panelleriyle koridora hükmeden bu kapı, dedenin dünyasına açılan sessiz bir kapı. Bu evde hükmün çoğu Ryuba’da, onun bilgeliğiyle yoğrulmuş bir ihtişam vardı duvarlarda. Gözlerini kapıya sabitleyip derin bir nefes alıyorsun. Sessiz sabahın içinde üç kez tıklatıyor, sonra kısa bir komut duymayı bekliyorsun.

İçeriden tekdüze, soğuk bir ses yükseliyor.

"Gel."

Kapıyı araladığında, içeride hafif tozlu bir hava burnuna çarpıyor. Masanın üzeri karışık notlar ve eski haritalarla dolu, raflarıysa eski kitaplar ve parşömenlerle dolu yüksek bir kütüphaneyle kaplı. Gözün cam kenarındaki sandalyeye takılıyor. Deden, sırtını dimdik tutarak orada oturuyor. Elindeki kalın bir kitabı dikkatle okuyor ve neredeyse saatlerdir tek bir sayfanın başında gibi duruyor. Sen içeri adımını attığında, odada kitap sayfalarının neredeyse sessiz hışırtısından başka ses yok.

Kapıyı kapatarak beklerken, yine aynı sert ton duyuluyor. "Bir şey mi var? Bu vakitte ne istiyorsun?"

Tam o anda dudakların açılıyor, dün geceden beri zihnini işgal eden soruları ve o tuhaf esrarı anlatmaya yeltenecek gibi oluyorsun. Ancak bir anda gözünün önünde soluk, sis benzeri bir görüntü çakıyor. "JISARASHI". Aklına geldiği anda sanki odanın tüm varlığı soluyor, bakışlarında anlık bir boşluk meydana geliyor. Birkaç saniyeliğine dedeni de, odadaki kitapları da seçemez oluyorsun; sadece o koca, tehditkar harfler beliriyor zihninde, gürültülü bir boşlukta yankılanıyor gibi.

Kendine geldiğinde, dedenin sesinde endişe beliriyor.

"Ne oluyor, iyi misin? Yüzün bembeyaz oldu, Sorano."

Deden nihayet kitabını bırakmış, delici bakışlarını suratına dikmiş halde seni süzüyor. Başın dönüyor gibi hissediyorsun ama derin bir nefesle toparlanmaya çabalıyorsun. Belli ki bu anormalliği ondan saklamak mümkün değil, gözlerinin içini okuyan bakışlarından kaçışın yok. Ve şimdi, konuşma sırası sende.
Off Topic
RP'ye hoş geldiniz! Pasiflik süresi üç gündür. İyi RP'ler!
Sunagakure
Sunagakure
Joined: Fri Nov 29, 2024 6:35 pm
Rütbe:  
 Image
Sorano, dedesinin delici bakışları altında birkaç kez derin nefes aldıktan sonra, zihnindeki dalgalanmayı bastırmaya çalışarak dimdik duruşunu korudu. Elleri, ekipman çantasının tokasını sıkıca kavrıyor ve sıkıyordu; gözlerindeyse çocuksu bir telaş ve merak kıvılcımlanıyordu. Titreyen dudaklarını aralayarak konuşmaya başladı, sesi her zamanki ölçülü nezaketini gölgelercesine hafif bir tedirginlik taşıyordu:

“Dede… Af buyur, böyle gecenin bi vakti seni rahatsız ettim. Lâkin sana danışmam gereken, beni huzursuz eden bir mesele söz konusu.” Başını hafifçe eğip, saygısını derinleştirdi. “Bir sorun yoktur umarım.. Sağlığın ve sıhhatin yerindedir diye tahmin ediyorum. Bizi gömersin muhtemelen, neden endişeleniyorsam. Heh..." Bu esnada yüzüne zoraki bir tebessüm kondurdu. Konuya acilen girmek istiyordu.

"Yeni bir Genin takımına liderlik etmeye başlamış olmam nedeniyle, ben de epey koşturuyorum. Haberini almışsınızdır yüksek ihtimalle. Veletlerle ilgilenmek, onlara rehberlik etmek zor bir iş. Ama hallediyorum."

Ardından boğazını temizledi, bakışlarını yere çevirdi. Bir süre sessiz kaldı; dedesinin ona zaman tanıyan ifadesi altında, sabırla düşüncelerini toparladı. Sesine sızan çekingen titreşimi gizlemeye çalışsa da, taşıdığı karmaşayı saklamak zordu. Tekrar başını kaldırdığında, gözlerindeki ısrar ve merak bütün açıklığıyla belli oluyordu.

“Bu konuyu açmak kolay değil,” diyerek devam etti. “Fakat bugün bana tuhaf bir adam yaklaştı. Ne yüzünü net seçebildim, ne kim olduğunu... Bir Kazerou olduğundan bahsetti ancak... Şüphelerim var. Giderken geride ‘Jisarashi’ diye bir kelime bıraktı. Başka bir iz yok. Sanki varlığıyla yokluğu bir oldu. Sadece bu tek kelime...”

Nefesi derinleşti, dudaklarını büzdü. “Konuştuklarımızın gerçeğini bile anlayamadan, ortadan kayboldu. O andan beri aklımda yalnızca ‘Jisarashi’ var. Bu kelime ne anlama geliyor, dede? Hiç duymadığım, daha önce rastlamadığım bir şey. Öylece zihnime saplandı işte.”

Sorano, etrafına şöyle bir göz gezdirdi; odada hüküm süren tozlu sükunetin ardında dedesinin birikimi ve bilgeliği gizliydi. Bu odadaki her parşömen, her kitap, binlerce hikâyeyi anlatabilirdi. Endişeli suratı, kütüphanedeki kitaplara baktıkça dalıp gidiyor ve ifadesi kayboluyordu. Zihni ise git gide derinleşiyordu.

Son cümlelerini kurduktan sonra, endişesini artık iyiden iyiye ele veriyordu. Sorano, yüzündeki tedirginliği perdelemek istercesine, bir adım öne çıktı ve başını bir kez daha saygıyla eğerek dedesinin tepkisini beklemeye koyuldu.

Image
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Deden endişeli cümlelerini bitirmeni sabırla dinliyor; yüzünde sarsılmaz bir ciddiyet ve yılların derinleşmiş izleri okunuyor. Ardından elindeki kitabı ağır bir hareketle masaya bırakıp, gözlerini sana çeviriyor. Nefes alış verişinde hafif bir hızlanma varmış gibi. Ağzından çıkan Jisarashi kelimesi, odanın sessiz atmosferine soğuk bir gölge bırakmışa benziyor.

"Demek sonunda duydun o lanet kelimeyi…"

Sesi yorgun ama bir o kadar da kararlı çıkıyor. Parmak uçlarını masanın üstünde birleştirip, derin bir nefes alıyor. Sanki çok uzak, tehlikeli bir anıyı anlatmaya hazırlanır gibi.

"Bu kelimeyi, her nesilde belki bir Kazerou kulağına fısıldar rüzgar. Köy içinde pek bilinen bir lanet hikayesi olmadığından, çoğu kişinin haberi bile olmaz. Ama ‘Jisarashi Efsanesi’ dediğin şey, uzun zaman önce yaşanmış bir felaketin izini taşır. Bir lanet…

Vaktiyle, Sunagakure’de Hikari adında başka bir klan vardı. Şimdi onların izine rastlayamazsın çünkü sürgün edildiler, ama eskiden çölün ortasında, bizimkine denk bir nüfuza sahiptiler. Kazerou ailesiyle bir tür kan davasına tutuşmuşlardı. Tarih kitapları bu kavgayı bir toprak anlaşmazlığı yüzünden başlatır; ama aslında olayların ardında bayağı gurur, hırs ve kökleri derinlere giden intikam duyguları varmış.

Mesele, dönemin Hikari klan lideriyle bizim Kazerou’nun o zamanki reisinin çocukları arasında çıkıyor. Söylenceye göre Hikari lideri, anlaşmazlıkları şiddetle çözmek adına Kazerou klanından henüz on yaşındaki bir çocuğu rehin almış ve onu korkunç bir mühürle lanetlemiş. Bu mühür öyle bir şey ki, hedefi hayatını kaybettiğinde lanetin ruhu yeni doğacak bir Kazerou bedenine geçiyormuş. Böylece nesiller boyu süregelen bir gölge gibi, o çocuğun nefretini ve acısını tüm Kazerou sülalesine miras bırakmış.

Bu çocuk mühürlü halde büyüdüğünde, zihnini yavaş yavaş karanlık dürtüler sarmış ve… insanı canavara dönüştüren bir hırsla ortadan kalkmış. Çevresine zarar vermiş, kendi iradesi dışında çok şey yapmış. Sonunda ölmüş, ama lanet onunla ölmemiş. Bir sonraki nesilde başka bir Kazerou evladına aktarılmış. O çocuğun kaderi de benzer bir karanlığa hapsolmuş. Kimi zaman bu lanet hiç uyanmamış, kimi zaman da ailenin içini karıştırmış; hatta köy dışına sürülmelere bile sebep olmuş.

Hikari klanı, bu uğursuz hadiseden sonra kendi içinde bölünmüş olsa da, mühür uzmanlığı konusunda bir şöhreti varmış. Kiminin anlattığına göre, laneti yaratan lider sürgün sırasında hayatını kaybetmiş. Kimi söylentiye göre de hayattayken kendisi de benzer bir lanete kapılmış ve sürgünde yok olmuş. Bunu doğrulamak mümkün değil. Ama sonuçta Kazerou ailesinin büyükleri, lanetin tamamen silinip silinmediğini bilmeden on yıllardır bu sırla yaşıyor. Nesiller boyu ‘ya bu sefer uyanırsa’ korkusu hep var. İşte bu korkunun, tedirginliğin, karanlık gölgesinin ismi Jisarashi…

Dışarıya sık duyurmadıkları bir söylem bu. Köyde de kolay kolay kimse bilmez. Bilseler bile masal gibi anlatırlar. Geceleri çocukları korkutmak için uydurulan bir efsane sanırlar. Ama gerçekte, Kazerou ailesinin kanından gelip de bu lanetle yüzleşmek zorunda kalanların ne acılar çektiğini bir biz, bir de köyün eskileri bilir. Zamanında, bu laneti ortadan kaldırmak için uğraşan Uzman Mühürcüler vardı ama… kimisi pes etti, kimisi kayboldu. Nedeni ve kaynağı tam çözülemediği için lanet nesilden nesile taşınmaya devam etti."


Sözlerini burada kesmiyor, kısa bir soluklanmanın ardından gözlerini kısarak devam ediyor.

"Lanetin belirtileri de sabit değilmiş. Kimi zaman saldırganlaşma, kimi zaman bedensel değişimler, hatta bilinç kayıpları. Hatta en kötüsü, yaratık tanımını hak edecek dönüşümler yaşanmış vaktiyle. Zaten Hikari denen o eski klan, Kazerou’nun kökünü kurutmak için bu mühür tekniğini bulmuş. Kanla beslenen bir öfke gibi düşünebilirsin. ‘Jisarashi’ kelimesi bazen yalnızca karanlık bir uğursuzluk, bazen de bilfiil canavara dönüşenler için kullanılmış."

Deden bir an duraksıyor, gözleri uzak bir noktaya takılmış gibi. Sanki senin bile bilmediğin, uzun zamandır kimselere açmadığı bir sırrı tekrar yaşar gibi titriyor omuzları. Sonra bakışlarını yüzüne çeviriyor, nihayet kısık sesle soruyor.

"Tüm bunları öğrenmek, seni bir hayli sarsmıştır. Şimdi söyle Sorano… Benden ‘Jisarashi’ hakkında bu kadar detaylı bahsetmemi neden istedin? Nereden çıktı bu konu?"
Sunagakure
Sunagakure
Joined: Fri Nov 29, 2024 6:35 pm
Rütbe:  
 Image
"Yooo... Önemi yok..."

Dedesinden fışkıran bilgiler kaldıramayacağı kadar aziz bir yükü beraberinde getiriyor gibiydi. Ryuba konuştukça girizgah yaptığı her söz, kullandığı her kelime; ayrı bir anlama bürünüyordu. O anlamlar bir bir zihninde yeni emellere kavuşuyor, farklı şekillerde kendilerini hissettiriyorlardı. Kurulan her cümle, seçilen her söz ile birlikte; farklı ufuklara ulaşıyordu. Çoğu zaman dikilen bir kaç tüy olarak kendini gösteriyor, kimi zaman ise şakağından süzülen bir kaç damla ter. Ancak hepsi aynı yerde birikiyor, biriktikçe bir göle dönüşüyor, vuku bulan vakur bakışlarına başka anlamlar sirayet ediyordu.

Şimdi bakışlarına sirayet eden anlamsızlık az önce kurduğu boş cümle ile karşı karşıya geldiğinde, suratında belli belirsiz bir sırıtış ile kendisini tekrar göstermişti. Bu kadarını kaldırabilir miydi? Kendisinden bahsetmiyordu elbet. Kendisi bir şekilde bir çözüm bulabilirdi. En azından şu zamana kadar yaşadıkları ona göstermişti ki, shinobi dünyasında her şeyin bir kuralı vardı. Sorano'nun kuralları ise kırılamayacak cinstendi. Esnetilebilecek kadar elastik, kırılamayacak kadar güçlü. Dirençli, düsturu çelikten.

Biraz düşündü. Sonra az önce kurduğu cümlenin manasızlığı, şaşkınlıkla bezenirken bir başka şaşkınlığı diline vurdu. O an yansıtabilmişti belki de gerçek fikirlerini. Hisleri, şu an anlayamadığı bir süzgeçten geçiyordu. Cevap vermek için saatlere ihtiyacı varmış gibi hissediyordu. Ancak dakikaları dahi yoktu. Dedesinden aldığı tüm bilgileri süzgecinden geçirmeden önce, gereksiz bir kahraman pozu kesmenin ona fayda getirmeyeceğini düşündü. Yorgun zihni, bir şekilde başa çıkabilirdi zira. Ancak belirsizliğin hükmüyle yoğrulmuş dili, ona itaat etmemişti. Şimdi ise kuru kuru yutkunmak zorundaydı. Ağzındaki bakla bir türlü çıkmıyordu. Ancak bir şekilde kendisini dize getirmeliydi.

"O adam... Belki de tamamen sallamıştır. Peri masalı gibi bir şey sonuçta. Takımımda bir Kazerou veledi var da. Onunla ilgili olsa gerek. Belki de bir eşek şakası. Belki de biraz gerçeklik payı. Araştıracağım."

Söylememesi gerekirdi. Dedesinin köy içerisinde o kadar fazla bağlantısı vardı ki... Karşısındaki adam shinobi dünyasının en saygın heriflerinden biriydi. Hanezawa Ryuba, bir efsanenin ötesinde; tanrı gibiydi onun için. Eli kolu uzundu. Ondan başkasından öğrenmesinin mümkün olmadığı tüm bu bilgileri... Bir başkasından öğrenemezdi de. En akılcı yolu ondan öğrenirdi. O sebeple dedesine duyduğu minnete yenik düşmüştü. Söyleyivermişti.

Nihayetinde Kunio'dan böylesine saldırgan bir hava almamıştı. Bu nefret nesilden nesile aktarılmış... Bir lanete dönüşmüş, şimdi de bir peri masalına. Ancak, gerçeklik payı olabilir miydi? Şimdi burada, böyle karşısına çıkması tesadüf müydü? Kunio, tehlikede olmaktan öte... Tehlikenin kendisi olabilir miydi? Ne yapmalıydı... Kazekage bunu bilmiyor olamazdı. O herifin manipulasyonuna mı geliyordu yoksa. Bilmiyordu. Bilemiyordu. Yarın öbür gün, Kunio'nun başına gelebileceklerden kendisini sorumlu tutabilirdi. Bunun daha kötü bir versiyonu da vardı. Takımındaki diğer iki Genin, bir şekilde tehlikeye girebilirdi. Kaldı ki bu lanet, eğer gerçekse... O zaman başı çok büyük derde girebilird. Neyse ki bu, Sorano'nun öncelikler listesinde değildi. Dedesinden net bir bilgi almıştı. En azından bu peri masalının gerçekliğini test etmesi gerektiğini biliyordu artık. Ancak henüz tavsiye almamıştı.

"Diyelim ki bu efsane gerçek. 'Jisarashi' laneti ile karşılaştığında sen olsan ne yapardın? Bu laneti ortadan kaldırmak için sıradan yöntemlerin işe yaramadığını söylemiştin. Sen olsaydın bununla nasıl baş ederdin, dede?"

Sözlerinden sonra biraz silkelenmişti. Az önceki yoğun bilgi akışının getirdiği şaşkınlık ve afallama hissiyatı yavaş yavaş bedenini terk ederken ne yapması gerektiğini bilmeyen zihnine, nasıl bir yolda ilerlemesi gerektiğini hatırlatıyordu. Bilmiyordu. Bilgiden mahrumdu. Ancak nasıl bir yolda ilerlemesi gerektiğini sonuna kadar biliyordu. Yolu, değişmeyecekti zira. Onun ninja yolu, cevaplardan değil; sorulardan geçiyordu. Ancak kesin olan bir şey vardı. Takımını koruyacaktı. En azından, bunu biliyordu.

Sonra bir an duraksadı. Nereden okuduğunu tam olarak hatırlayamadığı bir cümle geldi zihnine. Kulaklarına tok bir ses doldu. Bir yıldırım gibi saplandı beynine. Sonra yağmur sesi duyar gibi oldu. İçi tüm belirsizliklere rağmen usul bir huzurla kaplanıyordu. Sözleri kısa süre sonra unuttu. Hiç var olmamışlar gibi.

"Ninja dünyasında kuralları çiğneyenler pisliktir, doğru... ama arkadaşlarını terk edenler pislikten de beterdir."
Image
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Deden ağzından dökülen her kelimeyi büyük bir dikkatle dinledikten sonra, kollarını masaya dayıyor. Parmakları hafifçe birbirine vuruyor, sanki duyduklarını kafasında tekrar derleyip düzenliyormuş gibi bir hali var. Bahsettiğin Kazerou veledi meselesine ve Jisarashi'nin korkutucu ihtimallerine dair bir şeyler söylemek ister gibi duraksıyor. "Öyle ya, peri masalı gibi gelir bunlar. Ve çoğu zaman peri masallarını hafife alır insanlar. Ama eğer daha evvel karşıma biri dikilip 'Jisarashi' deseydi, ben de önce saçmalık diye geçiştirirdim. Geçmişte çok hurafe duydum. Yine de…"

Sesi ciddileşiyor, gözleri artık üzerinde sabitleniyor. "Yüzyıllar öncesinden gelen bu lanet söylentisi, en azından Kazerouların kendi içinde daima bir tedirginlik yaratmış. Bilirsin, her klanın kendince bir zayıf noktası, kaygısı ya da sakladığı sır olur. Hikari klanı da bu durumu kullandı, Kazerou ailesine ağır bir darbe indirdi. Nesiller boyu süren bu düşmanlığın fitilini ateşleyen, aslen neydi bilemeyiz. Ama akıllı biri şunu fark eder: Ortada bir lanet söylencesi varsa, gerçeğin payı hep vardır; koca bir kökü uyduramazsın. En azından tehlike potansiyelini önemse."

Yaşlı adam, bir eliyle kitabın kapağını kapatıyor ve parmaklarını tozlu ciltte gezdiriyor. Ardından soruna içten bir nefes alarak cevap veriyor. "Diyelim ki, benim zamanımda böylesi bir Kazerou çocuğuyla baş başa kalmıştım. Diyelim ki, Jisarashi'nin pençesinde olabileceğinden şüpheleniyordum. Evvela o genci anlamaya uğraşırdım. İçinde karanlık bir güç uyanıyorsa bile, tam olarak nasıl tetiklendiğini gözlemlerdim. Çünkü… bu lanet, bilmeden, düşünmeden yaklaşacağın bir engel değil. Hele sıradan yöntemlerle hiç değil. Bu durumda, ne mühür ustası olman kesinkes işe yarar, ne de çocuğu kenara itmek. Asıl noktası, zamanında o çocuğun yaşadığı öfkeyi, korkuyu ve lanetin kaynağını keşfetmekten geçiyor. Arşivlere bakabilirdim mesela. Kazerou aile kütüğünü araştırırdım, belki eski mühür kayıtlarını… Sunagakure’nin tarihî kayıtlarını tarardım. Anlayacağın, ben olsam önce bilgi toplardım."

Kısa bir an, sana doğru eğiliyor, gözlerindeki kararlılık neredeyse somut bir hale bürünüyor. "Velev ki hiçbir şey bulamadım, o zaman da vazgeçmezdim. Şayet bu işin içinde gerçek bir tehlike varsa, genç Kazerou toprağa düşmeden durumu kontrol altına almak lazım. Tabii gerçek bir tehdit haline gelirse, köye zarar vermesine göz yumulamaz; sen bir jouninsin, sorumluluğun büyük. Ama asla unutma: Bir gencin olası lanetini söküp atmak, sadece dışarıdan müdahaleyle olmaz. Onun kendisinin de direnmesi lazım, karanlığa yenik düşmemesi lazım. İşte o noktada, hocası olarak senin yol göstericiliğin ne kadar önemli, bir düşün."

Yaşlı adamın sesi giderek kısılıyor, sanki biraz yorulmuş gibi sırtını geriye yaslıyor. Bakışlarını senden uzaklaştırıp odanın loş duvarlarındaki eski parşömenlere çeviriyor. O parşömenler belki de nice gizemi saklıyor, kim bilir. Sonra yeniden sana dönüyor. "Kısaca, ben olsam laneti ortadan kaldırmak için önce gerçeğini öğrenirdim. Kitaplar, kayıtlar, öyküler, yaşayan tanıklar… Hepsine kulak verirdim. Hikari klanından geriye kalan bir iz var mı, varsa kim bilir nerededir? Lakin tüm bunlar da yetersiz kalırsa… O vakit, en güçlü şey yoldaşlığın kendisi olur. Genç bir shinobiyi, sırf ola ki lanetli diye ötelemem. Onu gözlemleyerek, güçlendirerek, içindeki nefrete karşı korunak hazırlardım. Bu laneti kıracaksa da ilk o gencin iradesi kıracak. Seninse doğru anı kollayıp ona destek olman gerek. Ama bunların hepsi ince bir halat üzerinde yürümek gibi, dengesiz bir yol. Ne kadar istersen iste, bazen o gence fazla yaklaşmak tehlikeli olur. Bunu aklından çıkarma."

Bu sözlerin ardından gözlerini kapatıp kısa bir soluk alıyor. Ellerini yüzünün önünde kenetliyor, göğsü yavaşça inip kalkıyor. Sanki son bir hamleyle, nasihatlerinin en ağır kısmını söylemiş gibi. Son cümlelerde sesinin titreşiminde hüzün mü, gurur mu var, ayırt etmek güç. Bir süre sessizce seni süzüyor. Odanın içindeki toz taneleri, sabahın aydınlanmaya başlayan ışığıyla birlikte belli belirsiz parıldıyorlar. Öksürerek sırtını koltuğa daha sıkı dayıyor ve elini nazikçe havada sallıyor. "Hadi… Bu kadar laflamak yeter. Yaşlı bir adamı heyecanlandırdın, epey de yoruldum. Daha fazla vaktini almak istemem. Sen de beni yordun zaten. Biraz dinleneceğim."

Gözlerini kapamanı ya da eğilmeni beklemeden, başka bir şey eklemeye pek gönüllü olmadan, sanki uykunun eşiğine yavaşça yürüyormuş gibi bakışlarını önündeki kitaba doğru eğiyor. Yüzündeki çizgiler, uzun bir gece ve uzun bir geçmişin yorgunluğunu taşıyor.

Dedenin sözlerinde bulduğu ufak cevherleri zihninde evirip çevirerek usulca geri çekiliyorsun. Sessizce kapıya doğru dönüp kendi adımlarının tıkırtısını dinliyorsun. Dedenin güle güle veya benzeri bir veda sözünü işitmiyorsun; zaten onun tarzı değil. Başını eğmeden, kapıyı zarifçe kapatıyorsun.

Koridora çıkar çıkmaz, hanenin içindeki suskunluk bir anda açtığın kapıdan içeriye doluyor gibi hissediyorsun. Aklın hala Jisarashi efsanesinde, Kazerou klanında, ve dedenin sözlerinde. Tam bu düşüncelerle avlunun geniş, kısmen gölgeli alanına ilerleyecekken kapı tarafından gür, neşeli ve bir o kadar da laubali bir ses duyuluyor.

"Hocaaaam! Evde misiniz laaa?"

Bir an irkiliyorsun; bu sesi hemen tanıyorsun. Kunio. Kendi stiline uygun şekilde abartılı, biraz kaba ama bir o kadar da kendinden emin. Evin dış kapısına doğru yöneldiğinde, kalbinde bir heyecan kıvılcımı beliriyor. Kunio burada, bu vakitte? Muhtemelen elinde parlak sarı boyasıyla falan gelmediğini umuyorsun, ama kim bilir. İhtimali bile gülümsetmeye yetiyor. Dış kapının yumruklanma sesi tüm evde yankılanıyor.
Sunagakure
Sunagakure
Joined: Fri Nov 29, 2024 6:35 pm
Rütbe:  
 Image
"Peri masalı olmak için fazla garabet."

Kimi zaman huysuz bir moruk, kimi zaman ise hiddetini gölgelerine saklamış, yüzündeki kırışıklıkları yıllara meydan okuyan bir mızrak gibi sallayan; yaşayan bir efsane ile muhabbet ediyordu. Sorano'yu çoğunlukla dedesi eğitmişti. Ailede diğer kimseye vermediği kadar önem gösterdiğini biliyordu. Biraz şanslıydı bu konuda. Zira annesi Hinari'yi dahi Sorano kadar eğitmemişti. Bunun sebebi, Sorano doğduğunda Hanezawa Ryuba çoktan emekli olmuş ve inzivaya çekilmişti. Tek işi Sorano ve Tenchi'yi eğitmekti. Tenchi bu eğitimden ne kadarını almıştı, bilmiyordu. Sorano ise genellikle dedesinden şamarı yiyip, ertesi güne daha hazırlıklı giden taraftı. Onun hiddetini de, vicdanını da iyi bilirdi. Sorano'ya karşı olan tavrı hep iyimser olmuştu. Şu an dahi ondan öğrenebildikleri için minnettardı.

Kazerou'ların geçmişine dair bu kadar az şey bilmesi onu bir nebze olsun kendisine karşı kızdırmıştı. Neticede bir Jounin idi. Ancak yaşlı adamın karşısında bilgileri ile dağ gibi büyümesi, kendisinin ise bir o kadar küçülmesi; biraz hınçlandırmıştı onu. Neticede öğrenebildiklerine sayıyordu bunu. Şanslıydı. Kazerou'ların lanetinden söz açmışken, bunun sıradan yöntemlerle nasıl bertaraf etmenin imkansız olduğunu dedesi de kavramıştı. Kunio'yu tutup da bir Fuuinjutsu uzmanına götürürse, sorunun çözülme ihtimali pek de yok gibiydi.

Bu noktada Kunio ile daha fazla zaman geçirmesi gerektiğini fark etti. Belki de görevlere çıkmadan önce onlarla daha fazla etkinlik yapmalıydı. Eğlenmeli, eğitmeli, konuşmalıydı. Bu durum pek Sorano'ya uyuyor muydu emin değildi. Bu çocuklar henüz çok ufaktı. Sorano'nun yöntemleri onları ne kadar erken bezdirecekti, kendisi dahi bundan emin değildi. Dedesinden de doğruladığı gibi, şu an için araştırmanın en doğru seçenek olduğu açıktı. En azından, pek vakit geçirmeyi sevmediği tozlu kitaplara biraz dalmak, işini kolaylaştıracak gibiydi.

Lanetin nedeni, kökeni, Hikari klanının varlığı. Bunların hepsini bir anda öğrenebilmek mümkün değildi. Uzun soluklu bir araştırmaydı bu. Ancak biliyordu ki, bunu bir şekilde becerebilirdi. Kazekage'nin bu işi ona emanet etmesindeki amacı neydi, emin değildi. En azından eline yüzüne bulaştırmadan bunu çözebilmeyi umuyordu. Bir de bu işin tehlikeleri vardı. Kunio'yu eğitirken belki bir problem yoktu. Ancak ilerisi için emin değildi. Kendisi bir Jounin idi. Açıkcası, Sorano yeteneklerine ve kapasitesine güveniyordu. Kunio ile kendisi başa çıkabilirdi, lakin... Diğer iki genin konusunda ciddi kaygıları vardı. Neticede kendisini değil, takımını korumak artık onun için öncelikli olandı.

Ryuba'nın tüm sözlerinin ardından saygıyla kafasını salladı. En azından, dedesi; çıkması için hareketini yaptıktan sonra kitabına gömülmüştü. Sorano ise yavaş ve usul adımlarla odayı terk etmeye başlamıştı. Düşündüğü gibi, öğrenebileceğinden fazlasını öğrenmiş gibi hissediyordu. En azından Hanezawa Ryuba gibi bir dedesi olduğu için şanslıydı. Bu işin üstesinden gelebilmek için en azından nasıl bir yol izlemesi gerektiğini; nereden başlaması gerektiğini biliyordu.

İnsanlığına başvuracaktı. Normalde buna pek sıcak bakmazdı.

Aklını kurcalayan tüm bu efsane, beyninin odalarını kiralamadan tarumar ediyordu. Kapıları açıp kapatıyor, çıkan gürültüler onu pervasız kahkahaların yankılandığı engin uçurumlarda sallandırıyordu. Kum tepelerinin ardını görmeden, uçsuz bucaksız çölde bir adımı diğerini izliyordu. Günün sonunda ise, elindeki tek şey kum tanesiydi. Belki daha azı.

Bir ses, tanıdık. Kunio'nun sesi.

Gaipten sesler duymadığından emindi. Sorano algılarına güvenirdi. Bunun bir şaka olması gerekiyordu lakin değildi. Ne işi vardı veledin burada... Boyayla falan mı geldi? Söz vermişti, alın bandını boyayacaklardı. Şimdi kapıyı yumrukluyordu. İnatçı velet. Onunla ne yapacaktı, emin değildi. Lakin konukseverliğinden ödün veremezdi... Bu hanenin ve evin kuralları vardı. Misafire misafir gibi davranmak gibi. Cezasını sonra kesebilirdi.

Kanatlarını açtı. Bedenini kapıya doğru çevirdi. Bacaklarını gerdi ve ileriye atıldı. Bir an sonra veledin yanında bitecekti. Yanına vardığında ise onu iyiden iyiye süzecekti. Alacaklı gibi. Kapıyı açmak için hamle yapmadan önce ise soracaktı.

"Baykuş değilim ben. Uyku saatim var. Bu saatte geldiğine göre önemli bir şey olsa gerek. Umarım önemlidir. Ne oldu?"

Kısa süre sonra cevabını almayı umuyordu. En azından söyleyeceklerini dinleyecekti. Sonrasında ise onu içeri buyur etmeyi planlıyordu. Elleri pek titremiyordu. Nedensizce bir hafiflik vardı üzerinde. Bir canlı bombayı içeri buyur etmek gibi hissettiriyordu. Lakin Kunio, bundan uzaktı. Sanki... Duydukları gerçekten bir masaldı.

Yarım kalmış bir şarkı gibi. Belki tamamlanmaya yeni yeni başlamış. Ancak kulak tırmalamıyordu. Şimdilik.
Image
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Kapı tokmağına birkaç yumruk daha inerken ahşap çerçeve çınlıyor, koridorun loş lambası, şölen dönüşünden kalma kum zerreciklerini havada titreştiriyor. Kapıyı araladığında Kunio’nun sivri ifadesiyle burun buruna geliyorsun, havanın serinliğine inat yanakları kızarmış, saçları darmadağın, sağ elinde buruşturduğu alın bandı, sol elinde sıkılmış bir kağıt parçası var. Öfkesi dilini yutmuş da gözbebeklerine hapsolmuş gibi.

"Hocam!" diyor nefes nefese. "Valla kusura bakmayın ya… ama başka kimsem yoktu!"

Sesindeki kısık çatallaşma, içinde kopan fırtınanın izini taşıyor. Çocuk beklenen saygı cümlelerini unutarak daldığı için seni göz ucuyla yokluyor, yine de bir hamleyle kolu çekip içeri buyur ediyorsun. Antreye adımını atar atmaz ayakkabılarını çıkarıyor ve kapı eşiğinden uzaklaşıp köşedeki mindere çöküveriyor, hem uzak durmak hem de anlatacaklarına tutunmak istercesine.

Önce konuşmak yerine, yumruğundaki kağıdı açıp buruşturuyor, masaya yayılmış tüyleri görünce omuzlarını silkeliyor. Sanki kelimeler boğazına düğümlenmiş. "Ev yine ya… evde kıyamet koptu." diye başlıyor. "Zaten dedemler hep burnumun dibinde nefes alıyordu… ama bu akşam kararı vermişler. Jounin’in seninle baş edemez, seni alıp çölün öbür ucuna götürürüz gerekirse… Böyle dediler hocam! Takımı rezil etme, klanın adını batırma… Hep aynı laflar."

Söylenirken avucunu yumruk yapmış, bandını çelik yerine yumuşak bir bezmiş gibi döndürüp duruyor. Sesindeki nasırlı öfke arada çatlıyor. "Klan büyükleri… Güya ustaymış! Hep masanın başında oturan aynı ihtiyarlar… Ben onlara kendimi göstereceğim dedim. Ama dinlemediler. Hazır değilsin, sorumluluk alamazsın, aptal bir çocuksun, bilmem ne… Bıktım artık yeter!"

Son hecesiyle bandı masaya çarpıyor, gürültü yastıklı odada yankılanıyor. İçerinin yarı karanlığında yüz kasları seğiriyor, öfkeyi bastırmaya, ciddiyet takınmaya çalışıyor ama hala öfke nöbeti bütün bedenini kontrol ediyor. "Ben… gitmek istemiyorum." diyor alçalan bir tonda. "Takımdan da, köyden de. Ama hepsi üstüme geliyor. Eğer beni sahiden sürüklerlerse… belki bir daha geri dönemem. Kendime güveniyorum, hata yapmaktan da korkmuyorum ama işte... İşte ben… öğrenmek istiyorum!"

Senden bir işaret bekleyerek doğruluyor. Sol elinin parmak boğumlarında, belki evdeki tartışmadan kalma hafif morluklar var. Yutkunduktan sonra, o zamana dek sakladığı asıl talebi patlatıyor. "Hocam… Söz ver bana. Bana özel eğitim ver. Çok… çok çalışırım, ne dersen yaparım. O ihtiyarlara göstermek istiyorum. Hem, hem senin yüzünü kara çıkarmak istemem. Hani ekipsiz de olmaz ya… Peki, ben de ekibe yakışır adam olacağım!"

Kıpır kıpır parmakları alın bandının metaline vuruyor, bakışları senden bir karar koparmaya çalışıyor. Gözlerinde çekip alma beni diyen çiğ bir endişe var, üstüne yerleştirmeye uğraştığı kibirli maskesi, o nabız gibi atan merakın altında inceliyor. Sözlerine ekleyecek fazla cümlesi kalmadığı için yalnızca bekliyor.
Sunagakure
Sunagakure
Joined: Fri Nov 29, 2024 6:35 pm
Rütbe:  
 Image
Hiddetli bir kaç yumruk, dev kapının tokmağıyla ahşabın damarlarında yankı bulurken; koridorun kısık ışığıyla aydınlanan çevrede az buz da olsa bir canlılık kırıntısını gözlerinin önüne seriyordu. Tokmağa inen her darbeyle evin biraz daha aydınlandığını, bir noktada ise rahatsız edici bir tınlamanın kulaklarından bedenine sirayet ettiğini hissediyordu. Neyse ki birazdan bunun sebebini açık seçik görecekti. Gördüğü zaman ise, muhtemelen kulak vermeyi seçecekti.

Sesin sahibi Kunio idi. Onu görmesine gerek de yoktu esasen. Ses tonu ayırt ediciydi. Hayır, tonu değil... Sesindeki hınç, yer yer öfke; biraz da heyecan. Onu tarif eden şeyler sesinde canlılık buluyordu. Bedenindeki heyecan ve canlılık, bir şekilde sesine, bakışlarına ve tavırlarına sirayet ediyordu. Neticede insan, yüreğinin alevini taşıyan; çevresine yayan ve yakan... Bir mahlukattı. Sanırsa, böyle bir sözdü bu. Devamını unuttu. Dedesinden kalma sözler.

Kunio birazcık dağınık görünüyordu. Derli toplu bir görüntünün tam aksiydi. Tam anlamıyla kavgadan, dövüşten çıkmış gibiydi. Ya da bir dağın tepesinden büyük bir kayayı sırtında taşımış; kilometrelerce yüzmüş gibi. Yorgunluk bedenine zuhur ettiği gibi; zihninde de izlerini taşıyordu. Sağ elinde alın bandı, sol elinde bir kağıt parçası. Öfkeli bir küçük bir çocuğun büyük sözleri. Sorano kendisinden zıt bir portre çizdiğine artık emindi. Sorano çocukken o kadar sakindi ki ona kıyasla; empati yapmanın haksızlık olduğuna kanaat getirdi.

İlk sözlerinden sonra bir sessizleşti. Çatallaşmıştı sesi. Gidecek başka kimsesinin olmaması... Genelde çocuklar bir sorun yaşadıklarında ailelerine giderler. Eğer sorun aileleri ise... İşler o zaman değişir. Anlaması pek de güç değil. Sesinin çatallaşması, bir noktada çocuğun ona mecbur oluşu; onu davet edişini hızlandırmıştı sadece. İçeriye geçmişlerdi. Anlatacak gibi oldu. Biraz da etrafı süzdü. Ancak bir hazırlık aşamasındaydı. Sözlerini mi tartıyor, kalbini mi dinliyor... Bilemiyordu. Kunio'yu böyle görmeyi tahmin etmezdi. Sinir, öfke... Hayır. Bunlardan fazlasıydı.

Yaralı gibiydi. Yara almış, hırpalanmış. Kanamayan ancak sızlatan cinsten.

Umutsuzluğa kapılmış çocuk, elindeki kağıdı buruşturdu. Sorano ise oralı olmadı. En azından kağıt yokmuş gibi davrandı ilk etapta. Gözlerini Kunio'ya kilitledi. Bir an olsun ayırmadı. En azından onun sözlerini dinlediğini anlatmak istedi ona. Ancak mimik vermedi. Kunio ise başladı anlatmaya. Abartılı sözler, biraz da kırıcı cümleler. Kunio hakkındaki Jisarashi muhabbetinden de artık haberdar olduğu için ailesinin bunun hakkındaki fikirlerini az çok anlayabiliyordu. Cümleler abartılıydı. Neticesinde, onu çölün ortasına bırakacakları yoktu... Ancak Sorano'yu ikna edemeyince, Kunio'nun gözünü korkutmak istemişler. Garip.

Büyüklerden bahsettiği an Sorano'nun aklı kendi ailesine gitti. Hanezawa'lar ve Kazerou'lar arasındaki devasa farkı görmüş oldu. Hanezawaların bir peri masalı yoktu, lanetleri yoktu. Kanatları, aile bağları vardı. Sorano'yu dedesi eğitmişti. Dedesinden sonra annesi ve amcası Totsuka eğitmişti. Hepsinin de emeği vardı. Şimdi ise Kunio'nun ailesinden gördüğü desteksizlik karşısında şaşırmamak elde değildi. Ancak bu şaşkınlık yersizdi ve düşündüğü gibi, kısa sürdü. Her şeyin sonu aynı yere bağlanıyordu. Jisarashi.

Kunio'nun siniri, hareketlerine yansımıştı. Öfkesini kontrol etmeye çalışıyordu. Nafile. Bu konuda başarılı mıydı emin değildi. En azından halen derdini anlatabiliyordu, cümleleri anlaşılabiliyordu. Ancak bir talebi vardı. Belki de derdini anlattıktan sonra bu talebi belirtmesi, bu kadar birikmesi cümlelerinin... Anlayabiliyordu. Dolan, taşan bir hüzün. Umutsuzluk. Bir noktada ise umut bağladığı bir şey. Sorano'nun ta kendisiydi. Üzülse mi.. Yoksa sevinse mi. Bilemedi.

"Haa? Bunun için mi bu kadar yaygara kopardın? Çocuklar aileleriyle kavga ederler. Ben de senin yaşında oldum. Bu kadar kudurmana gerek yok." dedi, yüz hatlarında milim oynama olmamıştı. Kunio'nun tepkisini ölçtü. Cümleleri nezaketten yoksun da olsa, bir kaç saniye sonunda suratına bir devrik bakış yerleşmişti. Gözlerini devirdi. Ardından soğukça gülümsedi, belli belirsiz. İçindekileri ona söylemek gibi direk bir niyeti yoktu. Lakin çocuğu rahatlatmak birincil önceliği gibiydi.

"Bak. Kazerou Klanında işler nasıl yürüyor bilmiyorum. Ben dedemin karşısında genelde pek konuşamazdım. Her şeyime karışırdı. Dayak da yerdim. Ama gördüğüm o sert eğitim, beni bugün olduğum kişi yaptı. Ustalarına saygı duymalısın. Bunu sakın aklından çıkarma..." dedikten sonra çok kısa bir es verdi. Bu cümleler Kunio'nun duymak isteyeceği tarzda cümleler değildi. O sebeple konuya daha erken girecekti.

"Ancak şu an senin ustan onlar değil. Benim. Yani ben varken seni kimse götüremez. Bir kere bunu anlamalısın. Zaten seni biraz forma sokmayı düşünüyordum. Bana kendin gelmen iyi oldu. Dediklerimi harfi harfine yaparsan, seni ulaştırmayı hedeflediğim seviyeye daha kolay ulaşırsın. Eğer başına buyruk gidersen... O zaman böyle debelenip durursun. Anlaştık mı?"

Kısa bir es daha verdi. Kunio'ya iyi kötü, istediğini verdiğinin farkındaydı. Son cümleleri onun duymak isteyeceği türden cümlelerdi. En azından, onu eğiteceğini söylemek dahi yüreğine su serpebilirdi. Ya da bir şekilde onu takımda tutabileceğini söylemek.

"Seninle neden baş edemeyecekmişim? Bunu neden söylediler? Bir fikrin var mı? Ne yapıyorsun ki?"

Son cümleleri bariz bir soru cümlesiydi. Ancak suratında meraklı bir ifade yoktu. Olağan mimiklerinin dışına çıkmamıştı. Ancak gözlerini Kunio'nun gözbebeklerine kilitledi. En ufak mimik kırıntısını dahi yakalamak adına, ondan gelecek cevaba kilitlenmişti. Biraz onun cevaplaması, Sorano'nun dinlemesi gerekiyordu. Zira, Kunio olanların ne kadar farkındaydı... Bunu anlamak zorundaydı.
Image
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
"Ustalarına saygı…" diye tekrarlıyor kısık bir tonda. "Saygı duymaz değilim, hocam. Ama saygı dediğin, sadece sesi bastırmakla olmuyor bence." Parmaklarını saçlarının arasından geçiriyor, düşünceli bir nefes veriyor. "Ne yapıyorum, biliyor musun? Sadece deniyorum. Sınırlarımı… gücümü. İşin kötüsü, evde her denememde dur diye bağırıyorlar. Kendini kaybedersin diyorlar. En son bahçedeki kum eğitimi sırasında biraz fazla rüzgarla oynadım…" Sesini düşürüp kaçamak bir bakış atıyor. "Güya küçük bir toz fırtınasına döndü. Çömlekleri falan devirdim. Ama kasıtlı değildi. Kontrolden çıkmış gibi oldum, orası doğru tabii."

Omuzları hafifçe çöküyor. "Belki de haklılar. Bazen çakra akışım sanki… şey gibi." derken elini havada dairesel bir hareketle sallıyor, kelime arıyor. "Dalgalanıyor. Tutmaya çalışıyorum ama bazen gözüm hiçbir şey görmüyor. Bunu görünce de panikliyorlar."

Gözlerini kaçırmadan sana dikiliyor. "İstedikleri tek şey benim sesimi kesmek. Kendini ontrol et, etrafı kırıp dökme, tamam. Ama dişini gösterme, hiç uçma, hiç rüzgar çağırma… öyle olmaz ki!"

Son sorunu duyunca derin bir nefes daha alıyor, yüz kasları gevşemeye başlıyor. Sanki bir anda on yaş çocuk kırılganlığına geri düşmüş gibi.

"Dedem akşam dedi ki, Jounin’in sırtına yük olursun, seni uzak köye gönderelim, orada tarla sulamayı öğren. Ben tarla falan sulamak istemiyorum, hocam." Çocuksu bir kararlılıkla yumruğunu dizine vuruyor. "Takımda kalacağım. Söz dinleyeceğim. Sen kas gücü çalış dersen kum torbası yumruklarım. Meditasyon dersen saatlerce otururum. Yeter ki… kendimi kanıtlayabileyim." Bir süre daha duraksıyor ve "Sizin baş edememeniz değil hocam kast ettikleri. Benim kontrolsüz olduğumu düşünüyorlar ve alay ediyorlar, hepsi bu." diyor.

Sonra, biraz hafiflemiş gibi bandı dizine koyuyor, başını kaldırıp dişlerini sıkıyor. "Hadi başlayalım. Şimdiden bile olur. Hangi saat olursa olsun, alıştırma yapalım. Ya da derseniz ki şu şu tekniği tek başına geliştir, bana yarın göster, tamam. Görev verin, bir haftada bitireyim. Ama beni evde tutmayın lütfen."

Dudaklarını birbirine bastırıp sessizce bekliyor, yüzündeki inatçı ifade, göğsünde dalgalanan gururu ve tedirginliği aynı anda taşıyor. Karşında, kararını duyuncaya dek bir adım dahi geri çekilmeyeceğini belli eden, ama ilk defa açıkça rehber arayan bir Kunio duruyor.
Post Reply