Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Yol, sisin içinde kaybolmuş bir hayalet gibi önünde uzanıyor. Yoroi Adası’nın derinliklerine doğru attığın her adım, seni bilinmezliğe biraz daha yaklaştırıyor. Gemi ve kıyı geride kalırken, ormanın içine doğru yürüdüğünde, Kirigakure’nin tanıdık kasvetinden bile farklı bir atmosferin seni sardığını hissediyorsun. Burası, yaşamak için savaşılması gereken bir yer. Ağaçların arasındaki gölgeler, rüzgarın taşıdığı sesler ve toprağın altında saklı tehlikeler, bu adanın senin gibi yabancılara ne kadar sert davranacağını şimdiden belli ediyor.

İlk izlenimin, doğanın buraya hakim olduğu. Yol yok. İnsanların sıkça kullandığı belli olan patikalar var, ama bunlar düzensiz ve dağılmış, belirli bir yönlendirme sunmuyor. Toprak, nemli ve kaygan. Her adımında dikkatli olmak zorundasın. Ormanın göğsüne doğru ilerledikçe, ağaçlar giderek daha sık hale geliyor, yapraklar gökyüzünü neredeyse tamamen örtüyor. Sabahın soluk ışıkları, burada yeşil ve kahverenginin içinde boğuluyor.

İlerledikçe, doğanın sadece bir fon olmadığını fark ediyorsun. Burada bir hayat var. Ağaçların arasında fark edilmesi güç, ama ustaca yerleştirilmiş av tuzakları dikkatini çekiyor. Bunlar shinobi elinden çıkmış gibi değil; daha çok bir avcının ya da burada uzun süredir hayatta kalmayı öğrenmiş birinin eseri. Ağaç gövdelerine kazınmış işaretler de var. İlk başta rasgele çizikler gibi görünseler de, dikkatlice baktığında bunların bir kod ya da bir tür uyarı olabileceğini anlıyorsun.

Ve sonra, neredeyse farkına bile varmadan, bir değişiklik hissediyorsun. Havanın kokusu değişiyor. Tuzlu deniz kokusunun yerini, yanık odun ve kurutulmuş otların keskin aroması alıyor. Rüzgarın taşıdığı sesler arasında insan sesi belirginleşmeye başlıyor. Daha temkinli hareket ediyorsun, görüşünü engelleyen ağaçların arasından ilerleyerek kaybolmamaya dikkat ediyorsun.

Önünde, sık ağaçların arasında bir açıklık beliriyor. Burada birkaç kulübe var. Taştan, odunlardan, hatta belki batık gemi parçalarından yapılmış, sert rüzgarlara ve dış tehditlere dayanıklı görünmeleri için özenle inşa edilmişler. Kulübelerin çevresinde, ormana karışan küçük bir tarla var. Yerel halk, büyük ihtimalle burada tarım yapıyor, doğadan besleniyor. Ancak etrafta herhangi bir Kumo ya da Kirigakure bayrağı yok. Buradakiler, belli ki kendilerine ait bir düzen kurmuşlar.

İlk bakışta burası sıradan bir yerleşim gibi görünebilir. Ancak daha dikkatli baktığında, küçük ama belirgin detaylar gözüne çarpıyor. Kulübelerin pencereleri tahtalarla kapatılmış, çoğunun kapısı çarpık bir şekilde duruyor, sanki yakın zamanda zorla açılmış gibi. Toprakta belli belirsiz yanık izleri var. Bunlar yangın değil, belki patlamadan ya da bir çatışmadan kalma. Ve en önemlisi, burada bir zamanlar daha kalabalık bir hayat olduğu hissediliyor. Ama şimdi, sanki nüfus azalmış gibi.

Gizliliğini koruyarak, gölgelerde kalmayı seçiyorsun. Yakındaki bir kulübenin arkasına saklanıp etrafı gözlemliyorsun. Az ileride, bir grup insan ateşin başında oturuyor. Üç yetişkin, bir çocuk. Yüzlerinde yorgunluk ve temkin var. Silah taşıyorlar ama shinobi gibi değil. Bunlar, savaşçı değil, hayatta kalmaya çalışan insanlar gibi görünüyor.

Ama hemen ilerisinde, en azından bir tanesi farklı. Bacaklarını bağdaş kurarak oturmuş bir adam, diğerlerinden ayrı duruyor. Saçları omuzlarına kadar dökülmüş, yüzü birkaç günlük sakalla kaplanmış. Kıyafetleri diğerlerinden daha düzenli ve temiz. Gözleri, ateşin turuncu ışığında parlıyor. Burada bir lider varsa, o olmalı.

Onlarla nasıl iletişime geçeceğin sana kalmış. Dışarı çıkıp açıkça kendini tanıtabilir, köyün veya köyden geriye kalanların durumunu anlamaya çalışabilirsin. Daha temkinli olup, konuşmalarını dinleyerek neyle karşı karşıya olduğunu çözmeyi de seçebilirsin. Ya da bu insanların tehdit olup olmadığını anlamadan, gölgelerden ayrılmamayı tercih edebilirsin.
Kirigakure
Kirigakure
Joined: Thu Nov 28, 2024 6:25 pm
Rütbe:  
 Image
Sisin içinde kaybolmuş yol, sanki canlı bir varlık gibi Arata'nın önünde uzanıyordu. Her ne kadar Kirigakure'nin sokaklarını anımsatsa da, buradaki sis bambaşka bir ruha sahipti - daha vahşi, daha doğal ve bir o kadar da tekinsiz. Ayaklarının altındaki nemli toprak, her adımda onu biraz daha derine, biraz daha bilinmeze çekiyordu. Kirigakure'nin o tanıdık kasveti, yerini çok daha ilkel, çok daha tehditkâr bir atmosfere bırakmıştı. Bu ada, medeniyet maskesi takmayan, yaşamak için gerçekten savaşılması gereken bir yerdi.

Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe, doğanın hakimiyeti daha da belirginleşiyordu. İnsan elinden çıkma düzenli yollar yoktu burada; sadece defalarca kullanılmaktan oluşmuş, yağmur ve rüzgarla şekillenmiş dağınık patikalar vardı önünde. Her adım, nemli ve kaygan toprakta dikkat gerektiriyordu - bir anlık dikkatsizlik, bir shinobi için bile tehlikeli olabilirdi. Ormanın göğsüne doğru ilerledikçe, ağaçlar adeta bir duvar gibi sıklaşıyor, yapraklar gökyüzünü örtüyor, sabahın o soluk ışıkları yeşil ve kahverenginin tonlarında boğuluyordu.

Çevresindeki av tuzakları, bu vahşi doğada yaşayan insanların zekasını gösteriyordu. Bunlar bir shinobinin sofistike tuzakları değildi - daha ilkel görünüyorlardı, ancak yerleştiriliş biçimleri ustaca, hatta dahiceydi. Ağaç gövdelerindeki işaretler de benzer bir zeka ürünüydü. İlk bakışta rastgele çizikler gibi görünen bu işaretler, dikkatli gözler için bir hikaye anlatıyordu. Bu orman, kendi dilini konuşan, kendi kurallarıyla yaşayan bir toplumun yuvasıydı.

Havanın dokusundaki değişim, Arata'nın tüm duyularını alarma geçirdi. Tuzlu deniz kokusu, yerini yanık odun ve kurutulmuş otların keskin aromasına bırakırken, rüzgarın taşıdığı sesler arasında insan varlığının izleri belirginleşmeye başlamıştı. Her adımını artık daha da özenle atarken, görüşünü engelleyen ağaçların arasından bir gölge gibi süzülüyordu.

Açıklığa ulaştığında gördüğü manzara, savaşın ve yaşamın iç içe geçtiği bir tabloyu andırıyordu. Kulübeler, doğanın ve insanın ortak bir eseri gibiydi - taştan, odundan ve muhtemelen denizin derinliklerinden çıkarılmış gemi parçalarından inşa edilmişlerdi. Her biri, sert rüzgarlara ve dış tehditlere karşı özenle, adeta bir kale gibi yapılmıştı. Çevredeki küçük tarla, yeşil yaprakların arasında mütevazı bir yaşam vaadi sunuyordu. Ne Kumo'nun gururlu sembolleri, ne de Kirigakure'nin resmi işaretleri vardı burada - bu insanlar kendi küçük dünyalarını kurmuşlardı.

Ancak bu görünüşteki sadelik, yakın zamanda yaşanan şiddetin izlerini gizleyemiyordu. Tahtalarla kapatılmış pencereler, sanki içeridekileri dış dünyanın bakışlarından korumaya çalışır gibiydi. Kapılar, üzerlerindeki zorlanma izleriyle sessiz bir hikaye anlatıyordu - belki bir baskının, belki de umutsuz bir kaçışın hikayesini. Topraktaki yanık izleri, rastgele değildi; bunlar bir yangının değil, muhtemelen bir çatışmanın, belki de jutsu kullanımının kalıntılarıydı. Her şey, burada bir zamanlar daha kalabalık, daha canlı bir yaşamın var olduğunu fısıldıyordu. Şimdi ise geriye kalanlar, hayatta kalabilenlerdi.

Ateşin etrafındaki grup, bu küçük toplumun son kalıntılarıydı sanki. Üç yetişkin ve bir çocuk, alevlerin titrek ışığında birer heykel gibi oturuyorlardı. Silahları vardı evet, ama bir shinobinin kendinden emin duruşuyla değil, her an kaçmaya hazır insanların tedirginliğiyle taşıyorlardı. Yüzlerindeki yorgunluk ve temkin, uzun süredir devam eden bir mücadelenin izlerini taşıyordu. Çocuğun gözlerindeki yaşlı bakış, erken olgunlaşmış bir ruhun yansımasıydı.

Biraz ötede, diğerlerinden ayrı oturan adam ise farklı bir hikaye anlatıyordu. Bağdaş kurmuş oturuşunda bile bir asalet vardı. Omuzlarına dökülen saçları ve birkaç günlük sakalı, bu vahşi doğaya uyum sağlamış olsa da, kıyafetlerindeki düzen ve temizlik onun sıradan bir kaçak olmadığını gösteriyordu. Ateşin turuncu ışığında parlayan gözleri, etrafındakileri kollayan bir liderin uyanıklığını yansıtıyordu.

Arata, bu manzarayı zihnine kazırken, kararını da vermişti. Bu insanlarla konuşmak için en doğru yol, dürüstlüktü. Gölgelerde kalıp bilgi toplamak, belki bir shinobi için daha güvenli olabilirdi, ama bu insanlar zaten fazlasıyla korku ve güvensizlik yaşamışlardı. Doğrudan iletişim, onların güvenini kazanmak için atılacak cesur bir ilk adım olacaktı.

Saklandığı yerden çıkarken, her hareketi ölçülüydü. Ellerini yavaşça havaya kaldırdı - bu evrensel teslim işareti, aynı zamanda bir güven göstergesiydi. Kendinden emin ama tehditkar olmayan adımlarla gruba doğru ilerledi. Durduğu mesafe, hem sesinin rahatça duyulabileceği, hem de karşı tarafın kendini güvende hissedebileceği bir uzaklıktaydı.

"Kurenkiri Arata. Kirigakure, beni yardım için gönderdi."

Sesi netti, kararlıydı. Ne bir tehdit barındırıyordu ne de bir yalvarış. Sadece açık bir gerçekti bu - tıpkı şafakta doğan güneş kadar doğal, tıpkı akan bir nehir kadar dürüst. Şimdi, bu küçük topluluğun kaderini değiştirebilecek tepkiyi bekleyecekti.
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Sis seni hala takip ediyor. Yoroi Adası'nın içlerine girdikçe, Kirigakure'nin tanıdık kasveti bile buranın vahşiliği karşısında sönük kalıyor. Bu orman, yaşayan bir şey gibi, her gövdesine kazınmış derin yaralarla hikayeler anlatıyor. Gözlerinin önünde beliren kulübeler, doğaya kök salmış ama bir zamanlar fırtınalarla, çatışmalarla sarsılmış gibi. Ağaçlardan yapılmış duvarlar, denizin yıprattığı ahşap parçalar, kimi yerlerde çatlamış ama onarılmış taşlar… Bu köy, var olmak için savaşmış bir yer.

Ama neye karşı?

Gruptan biri, senin sesini duyunca ayağa kalkıyor. Yüzünde korkuyla karışık sert bir ifade var. Elinde tuttuğu kavisli bıçağı sıktığını görebiliyorsun. Diğerleri de tetikte; yaşlı adam olduğu yerde kalıyor ama ateşin etrafındaki iki yetişkin hafifçe pozisyonlarını değiştiriyorlar, sanki kaçış yollarını tartıyorlarmış gibi. Küçük çocuk bile omzunun üzerinden sana bakıyor, ama gözlerinde korkudan çok merak var.

Konuştuğunda, birbiriyle çakışan birkaç fısıltı duyuyorsun. Dil tanıdık değil. Su Ülkesi’nin dillerinden biri değil bu, hatta en azından Kumogakure’den olabilecek bir aksan da yok. Kendi dillerini konuşuyorlar. Kendi geçmişlerinden, kendi soylarından gelen bir mirası taşıyorlar.

Derken, gruptan biri, senin anlayacağın bir dilde, ama kırık bir şekilde konuşuyor. "Sen... geliyorsun, ama neden?" Sesi cılız, ama meraklı. Birkaç adım attığında onun aslında küçük bir çocuk olduğunu fark ediyorsun. Çenesine kadar gelen koyu kahverengi saçları ve parlak gözleri, diğerlerinden farklı bir ışık taşıyor. Üstü başı yırtık, ama kirli değil. Onun gibi birinin burada yaşaması, köyün hayatta kalma gücünün bir kanıtı gibi.

"Beyaz kıyafetli adamlar..." diye mırıldanıyor çocuk, sonra dönüp diğerlerine bir şey söylüyor. İçlerinden bazıları başlarını sallıyor, diğerleri ise gözlerini kaçırıyor. Çocuk, senin yüzüne tekrar baktığında, gözlerinde bir çekince var. Sanki fazla şey söylemek istemiyor ama bir yandan da konuşması gerektiğini biliyor. "Onlar... geldiler. Bizimle konuştular. Sonra... sorun çıkardılar."

O an fark ediyorsun bu yerleşimin sadece yıkım görmüş değil, aynı zamanda bir saldırı atlatmış olduğunu. Sadece kapılar kırık değil; bazı duvarlarda kömür izleri var. Sadece tarla kurak değil; belli ki bir zamanlar daha büyük bir ekim alanı varken, bir kısmı kasıtlı olarak yakılmış.

Beyaz kıyafetli adamlar.

Bu çocuk, istemsizce çok fazla şey söylemiş olabilir. Ama söyledikleri, bu adanın üzerinde duran gölgenin boyutunu daha da belirginleştiriyor. Diğerleri sizden önce buraya gelmiş.

Gözlerin tekrar çocuğa odaklanıyor. Senden bir cevap bekliyor gibi görünüyor.
Kirigakure
Kirigakure
Joined: Thu Nov 28, 2024 6:25 pm
Rütbe:  
 Image
Sis, sadık bir yoldaş gibi adımlarını takip ediyordu. Arata, bu sisin Kirigakure'den gelen bir parçası olduğunu düşündü - sanki köyü onu yalnız bırakmak istemiyormuş gibi. Ancak Yoroi Adası'nın derinliklerine ilerledikçe, alışık olduğu o kasvetli atmosfer bile buranın vahşi doğası karşısında sönük kalıyordu. Bu his, Arata'nın içinde garip bir huzursuzluk uyandırdı. Kirigakure'nin sisi koruyucu bir örtü gibiydi, ama buradaki sis... sanki adanın kendisi kadar acımasızdı.

Orman, canlı bir varlık gibiydi. Her ağaç gövdesinde derin yaralar vardı - sanki her biri kendi hikayesini fısıldıyordu. Arata, Kurenkiri klanının tarihçilerinin eski yazıtları okurken kullandığı dikkatle inceledi bu izleri. Bazıları eski çatışmalardan kalma olmalıydı, diğerleri ise... belki de hayatta kalma mücadelesinin işaretleriydi. Gözlerinin önünde beliren kulübeler, bu vahşi doğaya kök salmış gibiydi - tıpkı Kurenkiri'nin Kirigakure'ye kök salması gibi. Ama bu kökler, fırtınalarla ve çatışmalarla sarsılmıştı. Duvarlar ağaçlardan, denizin yıprattığı ahşap parçalarından yapılmıştı. Kimi yerlerde çatlak taşlar vardı, ama özenle onarılmışlardı. Bu detay, Arata'nın dikkatini özellikle çekti. Bu insanlar sadece hayatta kalmaya çalışmıyordu - var olmak için savaşıyorlardı. Kurenkiri de bir zamanlar böyle değil miydi? Parçalanmış ama tekrar birleşmiş, yaralanmış ama iyileşmiş...

"Ama neye karşı?" diye düşündü Arata. Bu soru, zihninde yankılanırken, grubun içinden biri onun varlığını fark etti. Adamın yüzündeki ifade, korku ve sertliğin garip bir karışımıydı. Elindeki kavisli bıçağı sıkıca kavramıştı - bu, bir shinobi'nin silahı değil, hayatta kalmaya çalışan bir insanın son çare savunmasıydı.

Diğerleri de tetikteydi. Yaşlı adam yerinde kalırken, ateşin etrafındaki iki yetişkin pozisyonlarını değiştirdi. Arata, onların kaçış yollarını tarttıklarını görebiliyordu. Bu hareket, çok tanıdıktı. Sağ kalmış birer avdılar. Her an kaçmaya hazır, her an savunmaya geçmeye mecbur... Ancak çocuğun bakışları farklıydı. Omzunun üzerinden Arata'ya bakarken, gözlerinde korkudan çok merak vardı. Bu bakış, Arata'nın içinde bir umut kıvılcımı yaktı. Belki de bu masum merak, köprüler kurmanın anahtarı olabilirdi. En günahsız olan, ya kurtuluşu ya alevleri getirecekti.

Çocuğun sözleri, Arata'nın zihninde bir şimşek gibi çaktı. "Beyaz kıyafetli adamlar..."Bu kelimeler, sanki eski bir yaranın kabuğunu kaldırıyor gibiydi. Yavaşça, tehdit oluşturmayacak bir hareketle diz çöktü. Ellerini hala havada tutuyordu, ama artık bu bir teslimiyetten çok, bir anlayış göstergesiydi. Ateşin titrek ışığında, yüzündeki ifade değişti - artık orada sadece bir shinobi değil, benzer acıları tanıyan biri duruyordu. "Ben..." diye başladı, sesi alçak ama kararlıydı. Gözlerini çocuktan ayırmadan devam etti: "...geldim, çünkü sizin hikayenizi duymak istedim." Duraksadı, kelimeleri özenle seçiyordu. "Beyaz kıyafetliler... onlarla savaşacağım. Kirigakure bu toprakları kurtaracak, ama önce sizin sesinizi duymalı."

Çocuğun bu sözleri anlayabilmesini, diğerlerine doğru şekilde aktarabilmesini umdu. Tehditkar görünmemeye özen gösteriyordu - her ne kadar can almak onun için bir ödül, kurallar ise birer pranga olsa da, mazlumların yanında olmak köylerden bağımsız, evrensel bir görevdi.

"Beyaz kıyafetliler..." dedi, kelimeleri özenle seçerek. Her soru, bir sonraki adımın anahtarı olabilirdi. Bu insanlar sadece kurbanlar değil, aynı zamanda adanın en değerli tanıklarıydı. "...nerede şimdi? Nerelerde görülüyorlar?" Gözlerini yavaşça grubun üzerinde gezdirdi, özellikle yaşlı adamın tepkilerini kolluyordu. Belki de onlar gibi başka topluluklar da vardı - yardıma muhtaç, sessiz, gizlenmiş insanlar. "Size ne yaptılar? Ve..." duraksadı, etrafına bakındı, sesine daha fazla şefkat katmaya çalışarak, "...halkınızın kalanı nerede?"

Bu son soru, aslında birçok sorunun kilidiydi. Eğer dağılmış başka gruplar varsa, onlara da ulaşmak, belki de tüm ada halkını ortak bir amaç etrafında birleştirmek mümkün olabilirdi. Beyaz kıyafetlilerin karşısında tek tek duran küçük topluluklar yerine, birbirine kenetlenmiş bir halk... Bu düşünce, Arata'nın zihninde yeni bir strateji şekillendiriyordu.
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Onları yavaşça tarıyorsun. Aradığın şey, bir göz kırpışı, kaçamak bir bakış ya da boğazdan zorla geçen kelimeler. Bir gerçeği bastırmaya çalışan sessizlik, bazen bir çığlıktan daha fazlasını anlatabilir.

Sessizlikten ilk kurtulan yaşlı adam oluyor. Onlar konuştukça genç onların dediklerini çeviriyor sana. "Bilmiyoruz." Kelime kısa ve düz bir kesik gibi. Fakat bunu yutmuyorsun. Bilmiyor değiller; söylemek istemiyorlar.

Onlara ne yapıldığını soruyorsun. Bu sefer cevap hemen gelmiyor. Ateşin çıtırtısı, yaşlı adamın parmaklarının arasından kayan toprak gibi geçiyor. Yanındaki genç adam kaşlarını çatıyor, dişlerini sıkıyor. Kadınlardan biri, aniden gözlerini kaçırıyor. Çocuğun ise omuzları geriliyor, küçük elleri yumruk olmuş durumda.

"Önce geldiler. Konuştular. Bizimle yemek yediler. Hikayeler anlattılar. Sonra bir gün... bazıları geri dönmedi."

Yaşlı adamın sesi, çakıllı bir yolda yürümek gibi pürüzlü.

"Başta onları dost sandık. Ama dostlar, gecenin ortasında insanların evlerini yakmazlar."

Kadın, başını sallıyor. "Bize yardım edeceklerini söylediler. Daha iyi bir yaşam kuracağımızı. Daha güçlü olacağımızı."

Adam, elindeki bıçağın sapına vurarak dişlerini sıkıyor. "Ama bir sabah, kardeşim yoktu. Ertesi gün, iki komşumuz da gitmişti. Biz sormadıkça kimse söylemedi. Sorduğumuzda, artık bizim gibi olmadıklarını söylediler."

Adam, gözlerini kısarak uzaklara bakıyor. "Göl’e."

Ateşin turuncu ışığında titreyen gözleri, yılların yorgunluğunu taşıyor.

Kulübelerin sessizliğinde yankılanan bu kelimenin ağırlığını hissediyorsun.

Yaşlı adam başını sallıyor. "Orası bizim için kutsaldı. Sadece en yaşlılarımızın bildiği, en güçlülerimizin koruduğu bir yerdi. Ama şimdi... oraya gidenlerden hiçbiri geri dönmüyor."

Gözlerini bu insanların yüzlerinde gezdiriyorsun. Hepsi farklı tepkiler veriyor. Kimi öfkeli, kimi korkuyor, kimi ise çoktan vazgeçmiş. Ama hepsinin bildiği bir şey var: Göl artık onların değil.

Yaşlı adam, gözlerini kırpıştırıyor. "Gölün neden kutsal olduğunu biz de bilmiyoruz."

Duraksıyorsun. Bu bir yalan mıydı, yoksa gerçek mi? Kabilelerin sır sakladığını biliyorsun. Ama bu bir sırdan çok, korkunun susturduğu bir şey gibi duruyor.

Kadın, derin bir nefes alıyor. "Eğer istersen yolu tarif ederiz. Ama daha fazlasını yapamayız."

Adam, başını iki yana sallıyor. "Ölüme giden yola rehber olmayız."

Ama çocuk, sana doğru bir adım atıyor.

"Bekle."

Küçük elleri titreyerek cebinden bir şey çıkarıyor. Senin avucuna koyduğunda, bir taşın soğukluğu eline yayılıyor. Üzerinde garip desenler var.

"Bu... bizden bir şey. Eğer biri bunu yanında görürse, en azından seni hemen öldürmezler."

Çocuğun sesi kendinden daha büyük bir sorumluluk taşıyor. "Ama dikkatli ol. Çünkü onlar artık bizden değiller."

Taşı avcunun içinde tartıyorsun. Bu, bir güven işareti mi yoksa bir tuzak mı?

Göl, sana iki şey vaat ediyor. Cevaplar ve tehlike.

Ama yolu seçmek sana kalmış.

Köylülerin tarif ettiği rotayı kullanarak doğrudan göle gidebilirsin. Hızlı ama tehlikeli. Eğer orada shinobi varsa, hazırlıklı olmalısın.

Kendi yolunu keşfederek ilerleyebilirsin. Böylece gölün çevresindeki diğer hareketleri de inceleyebilir, başka izler bulabilirsin.

Önce başka bir yerden bilgi toplayarak gitmeyi deneyebilirsin. Eğer beyaz kıyafetliler gerçekten bir şey saklıyorsa, göl dışında da iz bırakmış olabilirler.

Bu ada, sadece bir görev yeri değil, bir savaş alanı. Ve savaş, doğru hamleleri yaparak kazanılır.
Kirigakure
Kirigakure
Joined: Thu Nov 28, 2024 6:25 pm
Rütbe:  
 Image
Çocuğa söylediği sözler sonrasında net bir cevaptan çok çıkarım yapabileceği bir şeyler peşindeydi Arata. Buradaki insanların gerçekleri haykırmak istediklerinden emindi, diğer yandan konuşamadıklarının da farkındaydı. Bu korkudan ötürü değildi. Yılmışlık. Güvensizlik. Arata'ya karşı değil, hayatın onlara sunacakları her bir geleceği artık güvenmiyorlardı. Hak veriyordu Arata. Bakışlarını halkın üzerinden yaşadıkları yere çevirdi hızlıca, tekrar yaşlı adama kilitlendi. Burada yok edilen huzurlu anları adeta koklayabiliyordu. Bu çığlığı da çok iyi tanıyordu. Arata bu çığlığın ta kendisiydi. Fakat o henüz yılmamıştı. Gencin çatılan kaşlarını yakaladı, birbirine temas eden dişlerin gıcırtısını işitti. Kadının dokunsan ağlayacak tavırları. Arata onlarla beraber oturup bu acıyı göğüsleyebilirdi, bu gayet insancıl bir hareket olurdu. Arata bugün insancıl tarafını evde bırakmıştı. Onların acılarını sözleriyle dindirmeyecekti Arata. Bugün Kurekiri'nin şeytanı olması gerekiyordu. Ketsumei onu, bunu yalnız yapması konusunda telkin ediyordu.


Kaybolan insanların bilinmezliği yine de boğdu Arata'yı. Bir insanın kardeşinin alıkonması, bunu karşısında bir şey yapamamak tatmak istediği duygular değildi. Ondan koparılanların ölüme gittiğini biliyordu, bu bir Kurenkiri geleneğiydi. Bu insanlar ise kayıpların geri gelebileceği umudunu hala taşıyor olmalıydılar. 'Bizim gibi olmadıklarını söylediler.' Bunun nasıl bir bulut yalanı olduğunu merak ediyordu Arata. Ölüme giden yolda yaşlı adamın dediği gibi elbette rehber gerekmeyecekti. Ölüm, her koşulda bir Kurenkiri'yi bulurdu zaten. Yürümesi yeterdi. Çocuğun verdiği taşı inceledi. Üzerindeki garip desenler muhtemelen bu kabile için birbirlerini tanımalarını sağlayan bir tür işaretti veya net bir öldür emriydi. Kabilenin ona tuzak kuruyor olmasını garipsemezdi Arata. Hala ona saldırmamış olmaları bile garipti zaten. Taşı cebine koydu. "Yaşadıklarınız için üzgünüm." Sözleri yaşlı adam ve diğer insanlardan ziyade küçük çocuk içindi. "Sis, sizi korumak için elinden geleni yapacak. Ben, elimden geleni yapacağım."

Sözlerin onlar için bir önemi yoktu, sadece söyleme ihtiyacı hissetmişti. Çevresini inceledi Arata. Savaştan, yıkımdan, eziyetten arda kalan bir tahta parçası aradı Arata. Ucu sivri, belki avuç büyüklüğünde. Yanına herhangi bir silah almamıştı, kullanabileceği bir kazık dahi işine yarardı. Yaşlı adamdan bıçağını istese belki verirdi. Bıçağa sarılış şeklinden ötürü bunu sormadı bile. Muhtemelen kendilerini korumak için bu bıçaktan başka şeyleri yoktu. Onu istemek haksızlık olurdu. "Göle nereden ulaşabilirim gösterin." Göle direk gitmek, elindeki taş gerçekten işe yarayacak bir şey olsa dahi riskliydi. Kabilenin tarif ettiği rotadan çok fazla sapmadan, belki de çevresinden ilerleyerek yaklaşacaktı Arata. Rei'nin nerede olduğunu bilmiyordu. Bilmesi gereken anlarda nasıl bulabileceğini de bilmiyordu. Bu yüzden kendi yoluna dair kararları tek başına verecekti.
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Sisin arasında yolunu tarif ettikleri patikadan ayrılmadan ama kenar çizgilerinde dolanarak ilerliyorsun. Her adımın ıslak toprakta iz bırakıyor ama sis, bu izleri senin ardından yutarcasına kapatıyor. Ağaçların gövdeleri nemle parlıyor, rüzgarın taşıdığı yosun ve çürümüş yaprak kokusu nefesini dolduruyor. Adanın nabzı, burada başka atıyor. Her şey yaşayan ama aynı zamanda tetikte bekleyen bir şey gibi. Doğa sessiz ama gergin, sanki seninle birlikte bekliyor. Vardığın her noktada, bir iz arıyorsun; bir ayak izi, kırılmış bir dal, gökyüzünden düşen bir tüy… ama yok. Yol, sana adeta kasıtlı olarak hiçbir şey vermiyor. Bu seni rahatlatmıyor, tam tersine dikkatini daha da keskinleştiriyor. Hareketsizliğin ardında bir hazırlık olduğunu biliyorsun. Burası, göle giden son yol.

Gölü ilk gördüğünde, gördüğün şeyin ne olduğundan emin olamıyorsun. Sis, suyun üzerini bir tül gibi örtmüş. Gölün yüzeyi, neredeyse cam kadar hareketsiz. Su öylesine durgun ki, bir taş atsan yankılanacak gibi hissediyorsun. Ama seni durduran göl değil. Gölün kıyısında, iki figür var. Beyaz. Bembeyaz.

İkisi de uzun cüppeler giymiş, kapüşonları başlarında. Duruşları öyle sakin ki, onları ilk gördüğünde insan mı, heykel mi karar veremiyorsun. Hareket etmiyorlar. Silah taşıdıklarına dair hiçbir iz yok, ama yine de tehlikeli olduklarına dair bir his var içinde. Gölün kenarında bir şeye bakıyorlar; suya mı, yoksa suyun yansıttığı bir görüntüye mi, bilemiyorsun.

Birden biri başını hafifçe çeviriyor. Seni görmüş gibi değil, seni hissetmiş gibi. Ama dönüp bakmıyor. Diğeriyse olduğu yerde diz çöküyor, gölün içine elini daldırıyor ve sanki bir mühür çiziyormuş gibi hareket etmeye başlıyor. Su titremiyor bile. Yüzey hala kusursuz biçimde sabit. Tüylerin diken diken oluyor.

Arkanı dönüp dönmeme ihtimalini tartarken gölün ötesinden bir ses geliyor. Fısıltı gibi, ama suyun içinden geliyor. Anlamını kavrayamadığın kelimeler taşıyor. Su, kelimeleri taşımıyor, yutuyor. Ama sen duyuyorsun. Ve bu ses, senden bir şey istiyor. Anlam veremediğin ama içgüdüsel olarak hissettiğin bir çağrı bu. Alışkın olduğun sessiz nefes sanki içinde kıpırdanıyor. Bu, o tanıdık çağrının başka bir yansıması olabilir mi?

Önünde şimdi birkaç olasılık var gibi hissediyorsun.

Bekleyebilirsin. Beyaz cüppelilerin ne yaptığını gözetleyip, ritüellerini tamamlarken hangi amaçla orada olduklarını çözmeye çalışmak. Bu riskli, çünkü fark edilmen uzun sürmeyecek gibi.

Çocuğun verdiği taşı kullanarak doğrudan temas kurabilirsin. Ellerini gösterip, taşı onlara göstermek. Belki bu onların tepkisini yumuşatabilir ama aynı zamanda seni açık hedef haline getirebilir.

Çevreden dolanarak göle alternatif bir açıdan yaklaşabilirsin. Belki başka bir gözlem noktası vardır. Belki gölün öbür tarafında bekleyen başka bir şey… ya da başka biri vardır.

Sahi, aslında saymaya gerek yok. Malum, sonsuz olasılık var.

Ama zamanı dikkatli kullanman gerek. Çünkü diz çökmüş olan figürün hareketleri hızlanıyor. Gölün yüzeyindeki hareketsizlik, içten içe büyüyen bir fırtınanın sessizliği gibi geliyor sana.

Ve içinden bir ses diyor ki: Bu su bir şey saklıyor. Ya içinde… ya da altında.
Kirigakure
Kirigakure
Joined: Thu Nov 28, 2024 6:25 pm
Rütbe:  
 Image
Her toprak parçasının kendi hikayesi olduğuna inanırdı. Üzerinde yitip giden her canın farklı bir tat bıraktığını, o toprakların kaderini topyekün değiştirecek dikişler ördüğünü. Geçmişi okumaya muktedir değildi Arata. Doğa ile konuşmak için fazla ilkeldi. Basit olanı seçer, duyguları kendi filtresinden geçirerek en mantık dolu olan sonuca ulaşırdı. Fakat yerlileri gördüğü andan beri filtreleri değişmiş, duyuları istemsizce onlar gibi çalışmaya başlamıştı. Bir kutsallık hissetmiyordu elbette ama onu çevreleyen 'kutsal' aurayı da reddedemiyordu. Görüleri değişmiş, burnuna giren kokular farklı sentezlenmişti. Kaygılarının ise en büyük dostu olan sis tarafından yutulduğunu hissediyordu. Birkaç saniye önce attığı adımlara baktı, her biri sis perdesinin ardında hiç varolmamış gibiydi. Bu, görüş açısının yok olmasından farklı bir histi. Ada, Arata'nın ilerleyişini silmek istiyor gibiydi. Ya ona yardım etmek istiyordu ya da yutmak için hazırlanıyordu. Etobur bitkiler. Balıyla avını çekerken arda kalan bir şey olmaması için çoktan asidini salgılamaya başlardı. Arata hem bu tatlı daveti, hem de asidin hissiyatını kabul etmişti. Yerliler hedef olarak gölü işaret etse de bir canlının varlığına dair hiç bir iz görmüyordu Arata. Varsa da, ada onları yutmuştu. Fazla doğaldı. Yosunun kokusu, ağacın gövdesi, çamurun formu. Bu topraklar asırlardır ayak basılmamış gibiydi. Buna rağmen hikayelerin en büyüğünü taşıyordu.

Her tehlikeye karşı alert durumunu korumaya çalıştı. Chakrası gözlerine ulaşmak için kıpraşıyordu. Onu izleyen gözler varsa Ketsumei'nin lanetini serbest bırakabilirdi. Bu bir paranoyaklığın eseriydi. Her tarafından tutulup çekilen bir adada, bu kadar sakin bir yer olduğuna inanmak istemiyordu. Fakat Ketsumei'yi uyandırması bu topraklara yapacağı saygısızlık olacaktı. Hissettiği kutsal auranın insan ayırdığını sanmıyordu. Arata'ya nasıl davranıyorsa, farklı bir ziyaretçisi varsa, ona da aynı şeyleri sunmuş olmalıydı.

Sisin yuttuğu adımları sonunda onu adanın kalbine ulaştırmıştı. Kiri kanını taşıyan birisi için hayal gibi bir manzara dökülmüştü karşısında. Ufak ışık yansımaları olmasa varlığını anlamayacağı, ayna gibi bir su tabakası. Üzerine şefkatle örtülmüş kusursuz bir sis. Aldığı nefes seslerini duyabiliyordu Arata. Sis, dostuydu. Ancak ilk kez sisin kusursuzluğundan iğrenmişti. Sis, kusursuz beyazlığa sahip tek şey değildi. Göl kıyısına yerleşmiş, bu kutsal topraklarla bir olmuş figürlere kilitlendi. Ketsumei hissettiği tehlikeye karşı uyanmak için yalvarırken, Arata bu kusursuz manzaranın biraz daha tadını çıkarmak istiyordu. Ketsumei yanılmazdı. Her zaman Arata'nın görmediklerini görmüş, hissetmekten aciz olduğu şeyleri hissetmişti. Arata bir barbar değildi. Hala bu mekanın kutsallığına saygı duyuyordu. Beyazlının kafa hareketiyle irkildi. Görülmemişti belki ama Arata'nın varlığı zihinlerine işlemişti.

Ketsumei'den uzaklaşan zihni kurtuluş için bacaklarına hücum etti. Geri gitmek, bu anlamsız manzaradan uzaklaşmaya çalışıyordu. İnsan, anlamadığı şeylerden ürkerdi. Hak veriyordu. Kaslarını yatıştırdı ve varlığını bu toprakla, sis ile bütünleştirdi. Beyazlılardan biri Arata gibi bu manzaraya keyifle şahitlik ederken diğeri gölün hayali fısıltısına karşılık verir gibi suyun yüzeyine anlamsız işaretler çiziyordu. Fısıltı yankılanmaktan ziyade sanki Arata'nın zihninden çıkıp da gelmiş gibiydi. Avcı bitki, balını koklatıyordu. Onu suya çağırıyor, boğmak için kendi şarkısını mırıldanıyordu.

Kontrol hala Arata'ya aitti. Beyazlının devam eden ritüeli sonunu izlemek konusunda onu davet ediyordu. Ne kadar vakti vardı ki? Gizliliğini çoktan kaybettiğini düşünüyordu. Zira varlığı bile bu kutsallığa küfür gibiydi, nasıl gizlenebilirdi? Yerlilerin kutsalıysa, gizlenerek onlara daha fazla saygısızlık yapmayacaktı. Elini cebine atarak taşı çıkardı. Olduğu yere diz çökerek oturdu ve taşı iki avucunun arasına alarak hafifçe uzattı. Bir sunağa sunulan adak gibi. Ritüllerini bozarak varlığının sebep olduğu saygısızlığa bir yenisini etkilemeyecekti. Gizlenerek, tehdit olduğuna dair şüphe uyandırmayacaktı. Çocuğa güveniyordu Arata. Görülerindeki beyazlılar birer tehdit değilse, Arata'nın da iyi niyetini okuyabiliyor olmalılardı. Her an kaçıp gideceği bir teslimiyet gösteriyordu Arata.
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Tue Nov 26, 2024 9:39 pm
Taşı avuçlarının arasına aldığında, ellerindeki nemli toprak kokusu kayboluyor gibi hissediyorsun. Taş garip bir şekilde sıcak – içinde dolaşan chakra mı, yoksa ritüelin yankısı mı, ayırt edemiyorsun. Parmaklarının arasından kaymayan, ama durduğu yerde ağırlaşan bir his veriyor sana. Sanki taş sadece bir işaret değil, aynı zamanda bir sınav. Kabul edilmekle edilmemek arasındaki çizgiyi belirleyen tek nesne.

Diz çöktüğünde, sanki gölün kendisi nefes alıyor. Beyazlı figürlerden biri başını tamamen kaldırıyor. Kapüşonun içindeki yüz karanlıkta seçilmiyor ama o yüz seni görüyor, bundan eminsin. Diğeri hâlâ göle yazmaya devam ediyor. Ama hareketleri değişiyor. Çizgiler daha sertleşiyor, daireler keskinleşiyor. Sanki biri bir mührü tamamlıyormuş gibi.

Ve sonra bir şey oluyor.

Gölde yankılanan sessiz fısıltı, aniden bir kesik gibi sona eriyor. Bir saniye süren bir boşluktan sonra ikisinin de gövdeleri bir anda içten dışa doğru yanıp patlıyor. Ses yok. Sadece ışık. Sadece bir nabız gibi genişleyip daralan kör edici bir parıltı. Ağaçların yaprakları titreşiyor, gölün yüzeyindeki kusursuz ayna kırılıyor. Patlamanın sıcak darbesi seni birkaç adım geriye itiyor. Kolların, taş hâlâ ellerindeyken, yerle temas ediyor. Kulakların çınlıyor. Havadaki duman, patlamadan kalan izleri görünmez yapmaya çalışıyor ama sen çoktan görmüşsün.

Ve dumanın içinden üç gölge fırlıyor.

Önce en öndeki beliriyor. Uzun, güçlü yapılı, teni koyu kahverengi, boynuna çapraz bağlanmış altın halkalar var. Sırtında devasa bir odachi taşıyor ama ellerinde silah yok, çünkü chakra’yı ayaklarına yönlendirmiş, suyun üzerinden hızlı, geniş adımlarla kayıyor. Her adımı yerden bir su dalgası kaldırıyor. Belli ki yakın dövüşçü ve seni ilk o karşılayacak. Gözleri tamamen beyaz, Byakugan değil ama belki de başka bir kekkei genkai, belki bir duygusuzluk.

İkinci figür, onun hemen sağında beliriyor. Kısa saçlı, sarı gözlü, zenci bir kadın. Vücudu daha ince, ama hızla ellerinde mühürler çevirmeye başlamış. Parmakları seri, ellerinin etrafında dönen gri elektrik kıvılcımları var. Raiton kullanıcısı olduğu belli. Mühürler tamamlandığında uzaktan destek sağlayacağı belli, ya seni köşeye sıkıştırmak ya da uzak mesafeden alan baskısı kurmak için pozisyon alıyor. Dizlerinin altında kısa bıçaklar var; yakın dövüşe mecbur kalırsa geçiş yapacak.

Üçüncü kişi, diğerlerinin aksine önde değil, daha geride. İnce, neredeyse zarif bir yapıya sahip. Kumogakure alın bandı alnına değil, boynuna bağlanmış. Koyu gri gözleri neredeyse boş bakıyor. Elinde bir kukla taşıma kutusu var, ama kukla görünürde yok. Sırtındaki kutudan ince bir boru göğsüne doğru uzanıyor. Chakra ipleri görünmüyor, bu kişi belki de kuklasını görünmez kılmış, ya da onu doğrudan gölün içine göndermiş olabilir. Kesin olan tek şey: bu shinobi sabırla seni izliyor. Patlamanın ne zaman olacağını bildiği kesin.

İlk adamla aranda yaklaşık yirmi metre var. Hızla yaklaşırken seni hedef almış, doğrudan merkeze oynuyor. Su, her adımında seni daha da itmeye başlıyor. İkinci shinobi, onunla neredeyse paralel bir hızda ilerliyor ama yönü sana değil, sağ çaprazına, seni kuşatmaya çalışıyor. Üçüncüsü ise hala hareket etmemiş, ama gölün kenarına daha yakın bir noktadan seni izliyor. Gözleri donuk, ama titrek, belki de kuklası halihazırda çoktan senin etrafında.

Sis, arkanda. Göl, önünde. Solun, açık ama ne kadar güvenli olduğu belli değil. Sağın, tuzaklı olabilir.

Ve şimdi, seçim sırası sende.
Post Reply