Karakol binasından adımımı dışarı atar atmaz, zihnimde dolaşan düşünceler bir sel gibi coştu. Kadının tavırları, belki de gerektiğinden fazla müşfik, fazla anlayışlıydı. Bu, içimde bir huzursuzluk yaratıyordu. Sanki bir shinobi değil de, savaşın tozuna dahi bulaşmamış genç bir genin ile muhatap olmuş gibiydi. Elbette bu kibarlığın sebebini kestirebilirdim; yaşananlar duyulmuştu. Evet, böylesi hadiselerin saklı kalması beklenemezdi; lâkin bu kadar çabuk duyulmuş olması hoşnutluğumu kazanmaktan çok uzaktı. Oysa yine de, bana gösterdiği destek için ona teşekkür borçluydum. Fakat teşekkür etmek, yahut herhangi bir sevgi gösterisinde bulunmak, benim için öteden beri meçhul bir sanat gibi kalmıştı. Belki Kenta’ya danışırım, diye geçirdim içimden. O, bu meselelerde benden daha mahir, daha zarif davranmayı bilir.
Bir anlık bu düşünce, rüzgârın serin nefesiyle savrulup giderken, esintinin yumuşak kolları saçlarımı taramaya başlamıştı. Ruhum, birkaç saat öncesinin karmaşasından arınmış gibi görünüyordu; zihnim artık daha berrak, daha odaklıydı. Sanırım, yaşananları böyle adım adım arkamda bırakabileceğime dair kendime bir ümit doğdu. Derin bir nefes alıp rüzgâra bıraktım; onunla birlikte dağılıp gitti nefesim, yüküm biraz daha hafifledi sanki.
Kendimi yolun akışına kaptırdım, bir çatının üstünden süzülüp yola indim. Tozlu yolun sonu ağaçların gölgelerine varıyor, gölgeler de beni kendi mahremiyetine çağırıyordu. Arada sırada arkama dönüp bakıyor, yolumun üzerinde yahut arkasında olağanın dışında bir şey varsa hafızama not ediyordum. Her shinobi gibi, tetikte olmak benim de tabiatımın ayrılmaz bir parçasıydı.
Şimdiki vazifemin merkezinde eski bir ANBU üyesi vardı. Bu düşünce, beni eski hayallerime sürükledi. Bir zamanlar, ANBU’nun gölgelerinde bir yer edinmeyi ne kadar da istemiştim! Akademiden yeni mezun olduğum günlerde, bir gün o efsanevi maskelerden birini takacağımı düşlerdim. Ne var ki, o hayallerin yerini zamanla daha ağır sorumluluklar, daha gerçekçi hedefler aldı. Dedemin, geçmişte bir ANBU üyesi olduğuna hep inanırdım. Kendisi bunu her seferinde reddetmiş, sorularımı ya geçiştirmiş ya da büsbütün suskunlukla karşılamıştı. Fakat annemin anlattığı bazı hikâyeler, onun gölgelerde iz bırakan biri olduğuna işaret eder gibiydi.
O an zihnimde beliren bu hatıra, içimi ılık bir meltem gibi sardı. Dedemle ilgili bu anılar, karmaşanın içinde bir sığınak, bir tür huzur vesilesiydi. Onun gölgelerle olan muhtemel bağını hiçbir zaman çözemedim; lakin bu belirsizlik, anılarımı daha değerli kılardı. Geçmişin sisleri arasında dolaşırken, ayaklarım beni istemsizce ilerletiyordu. Ağaçların arasında zıplıyor, dalların gölgelerinden süzülerek yoluma devam ediyordum. Bu yolculuk geçmişin hayalleriyle şimdiye dair gerçeklik arasında bir köprü gibiydi. Bir zamanlar imrendiğim o gölgelerin şimdi peşine düşmek, kendi içimde hem bir hayal kırıklığı hem de garip bir huzur doğuruyordu. Belki de dedemin ayak izlerinde yürüyerek, onunla olan bağımı bir şekilde yeniden kuruyordum. Ama bu bağ, geçmişin onurunu taşırken, aynı zamanda şimdinin yükünü de artırıyordu.
Ağaçların seyrekleşip düzlüğün başladığı noktaya vardığımda, yeniden etrafımı taradım. Boşluk, her zaman olduğu gibi sessiz ve mahcup bir bilgelikle çevrelenmişti. Bir an durup her bir köşeyi gözlerimle işledim; zira insanoğlunun gafleti, genelde göz ardı ettiği bu boşluklarda gizlenen tehlikelerden neşet eder. Yolum hâlâ önümde uzanıyordu ve tuhaf bir biçimde, bu beni rahatsız etmiyordu. Bilakis, yolda olmak, kalbime huzur veriyor, zihnime bir dinginlik serpiyordu. Her adım, bana bir anlam yüklenmiş gibi geliyordu. Yolda olmak bazen bir varıştan, bir son duraktan daha kıymetlidir.
Düşüncelerim dalgalanırken, zihnimde kaybolmuş ruhların siluetleri belirdi. Bilirsiniz, bu tür ruhlar her köyde, her toplumda vardır. Kendi kaderinin izini süremeyen, kendi yönünü çizemeyen kimselerdir onlar. Onlar için her gün, bir diğerinin aynası gibidir; her sabah, bir öncekinin tekrarından ibarettir. Bir amaçları yoktur, sadece var olmak için var olurlar. Ancak bu varoluş, bir süre sonra kendi çelişkisiyle yüzleşir. Çünkü gün gelir, macera olarak adlandırdıkları her yeni günün, aslında bir diğerinin tekrarı olduğunu anlarlar. İşte o farkındalık, ruhlarının kıyameti olur. Anlamsızlık, onları bir tokat gibi sarsar; ne yaptıkları işler ne de geçirdikleri zaman bir iz bırakır.
Oysa yolda olmak... Yolda olmak bambaşka bir neşedir. Varılacak bir menzil vardır, her adımın getirdiği bir mana, her dönemeçte saklanan bir sır vardır. Yol, yalnızca bir geçit değil, aynı zamanda bir keşif ve imtihandır. Her ağacın arkasında bilinmeyen bir ihtimal, her derenin kıyısında bir sır, her patikada bir yeni ufuk saklanır. İnsan, bu yolculuklarda kendini yeniden inşa eder; her keşifte biraz daha zenginleşir, her adımda biraz daha özgürleşir. Yolda olmak, insanın içindeki esir ruhu azat eden bir eylemdir. Yolda olmanın büyüsüne kapılanlar, bir daha asla düzen ve rutinin cenderesine sığmazlar. Onlar için sabit bir yaşam, zincirlenmekten farksızdır. Çünkü yolun kendisi bir amaçtır artık, her yeni adım bir varış olur. Amaçsız değildir bu yürüyüş; lakin amacı, belirli bir hedefte değil, o hedefe giden süreçtedir. Yolda olan kişi bilir ki, varılacak noktadan ziyade, o noktaya nasıl ulaştığıdır asıl mesele. Yolda olmanın getirdiği bu meçhulî zevk, her türlü monotonluğun ilacıdır. Çünkü insan, yolda kendini bulur, yolda kendine ayna tutar ve ben, şu anda bu yolda olmaktan başka hiçbir şeyi istemezdim. Çünkü bu yol, beni hem geçmişimden hem de geleceğimden alıp şimdinin kollarına teslim ediyordu. Bu andaki her nefes, her adım, bana bir varoluş şarkısı gibi geliyordu. Yol bitmesin istiyordum; zira biten bir yol, insanı tamamlanmaya mahkûm eder. Oysa yolun sonsuzluğu, insanı özgür kılar.
Rüzgârın ıssızlığa karıştığı ovanın nihayetinde, Tsuna-san’ın söz ettiği kulübeyi seçebiliyorum. Uzaktan bir hayalet misali beliren bu yapı, hem sade hem de şüphe çekici bir görünüme sahip. Zihnimdeki çarklar, her ihtimali göz önünde bulundurarak dönmeye başlıyor. Yolun bu kısmında bir hata, sadece beni değil, ardımdaki köyün de güvenliğini tehlikeye atabilir. Bu düşünce, hareketlerime daha fazla dikkat etmem gerektiğini hatırlatıyor. İlk işim, gözlerimi içimde yanan o kadim güce teslim etmek oluyor. Sharingan’ımın kan kırmızısı bakışı, çevredeki her ayrıntıyı, her gölgeyi, her rüzgârın taşıdığı yaprağı daha berrak kılıyor. Süzüyorum etrafı, her detayı zihin defterime işleyerek. İzleniyor muyum? Peşimde bir gölge var mı? Bu soruların cevabını kesin olarak alana dek, bir sonraki adıma geçmeyeceğim. Etrafta herhangi bir tehdit işareti olmadığından emin olunca, kulübenin çevresinde olası saklanma noktalarını gözleyeceğim. Gizlenmenin inceliklerini öğrenmek, bir shinobi için varoluşun bir parçasıdır. Bu yüzden en güvenli, gözlerden en uzak bir noktayı seçerek oraya yerleşeceğim. Bundan sonra, ikinci adım için hazırım.
Başarılı bir şekilde yerleşmem durumunda ellerim hızlıca mühürlere kavuşacak. Kage Bunshin no Jutsu’nun enerjisi içimde yankılanırken, yanımda bir suretim belirecek. Klonum, benden aldığı emirle hemen harekete geçecek. Temkinli ve sessiz adımlarla kulübeye doğru ilerleyecek. Ayak seslerinin yok denecek kadar az olmasını sağlamak, klonumun en önemli görevlerinden biri. Çünkü olası bir düşman, ilk önce sesle bizi fark edebilir. Kulübenin duvarlarındaki çatlaklar, zemine saplanmış eğreti taşlar, hatta rüzgârın eğip bükerek dans ettirdiği otlar bile benim için birer ipucu. Eğer burada bir tuzak varsa, onu fark etmek zorundayım. Rüzgar estikçe, içimde bir gerilim filizleniyor. Fakat bu gerginlik, paniğin değil, odaklanmanın getirdiği bir tür yükseklik. Shinobi olmanın doğası bu: Tehlikede huzur bulmak, bilinmezlikte düzen aramak.